
Sonbaharın İlk Adımları…
Yazın sıcak günlerini geride bırakıyor, hem yeni başlangıçların hem de geçmişe dönük hatırlamaların ayı olan Eylül’ü karşılıyoruz. Doğanın renkleri yavaş yavaş altın ve kızıl tonlarına dönüşürken, İtalya da bu büyüleyici atmosferle canlanıyor. Kuzeyden güneye tüm şehirler festivallerle, sergilerle ve kültürel buluşmalarla dolup taşıyor.
Bu sayımızda da sanatın ve tarihin izini sürerken yolumuzu hem büyük etkinliklere, hem İtalya’yı aydınlatan şehrin ışıklarına, hem de küçük ayrıntıların büyüsüne çeviriyoruz. Roma İmparatorluğu’nun Asya’daki başkenti Efes’ten başlayan yolculuğumuz başkent Roma’ya kadar uzanıyor.
İtalya’nın köylerinden antik kafelerine ve Venedik’in sinema perdesinde yankılanan görkemine kadar uzanan bu yolculuğa sizleri de davet ediyoruz.
Her düşen yaprak, bir anının hatırlatıcısı; her festival, bir kentin ruhunu yeniden uyandıran davet…
Eylül, kalbinizi biraz daha derin, adımlarınızı biraz daha yavaş kılmaya çağırıyor.
Geliniz, bu yolculukta beraber yürüyelim.
Ayfer Selamoğlu…
Roma İmparatorluğu’nun İzleri:
Efes: Roma’nın Asya’daki rüya başkenti
Efes antik kenti, kendisini ziyaret eden herkesi doyumsuz bir zaman yolculuğuna çıkarıyor. Çünkü şehirdeki her taş, her sütun, binlerce yıllık bir hikaye fısıldıyor. Antik Roma’dan Hristiyanlığa uzanan bu yolculuk, hem gözlerinize hem de ruhunuza hitap ediyor. Bir zamanlar Roma İmparatorluğu’nun Asya’daki başkenti olan Efes, döneminin adeta mücevher şehriydi. Kozmopolit bir kültür ve ticaret merkezi olarak Roma’dan sonra Akdeniz’in önde gelen kentlerinden biri sayılır; halk arasında “İkinci Roma” diye anılmıştır.
Antik dünyanın en kalabalık ve en zengin şehirlerinden biri olan Efes, ünlü filozof Herakleitos’un doğum yeri olarak da bilinir. En önemlisi Hristiyanlığın erken yayılma merkezlerinden biridir. Efes, Hz. Meryem’in son yıllarını geçirdiği mekanlarıyla da öne çıkar. Bugün hem büyük bir arkeolojik alan hem de Hristiyanların hac merkezi olarak dünyanın ilgisini çekiyor.
Efes (Latince: Ephesus), Küçük Menderes (Kaystros) Nehri’nin ağzında konumlanmıştı; antik çağda dönemin en önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Bölgedeki yerleşim izleri çok eskiye, Neolitik döneme dek uzanır; kentin coğrafi konumu, verimli çevresi ve önemli deniz-kara ticaret yollarının kavşağında oluşu, onu tarih boyunca cazip kılmıştır. Bergama krallığının son döneminde Roma’ya geçen bölge, Roma egemenliğine girdikten sonra —özellikle Augustus’un reformları ile— Asya Eyaleti’nin merkezi olarak uzun bir refah dönemi yaşamıştır.
Antik Efes’e Yolculuk
Gözlerinizi kapatın ve hayal edin: Efes’in caddelerinde yürüyorsunuz. Önünüzde muazzam bir tiyatro, etrafınızda sütunlu portikler, yan sokaklarda tezgahlar… Şehir, hem ticaret hem de kültür merkezi olarak yaşam dolu. Liman Caddesi boyunca ilerlediğinizde, eski tüccarların mallarını nasıl taşıdığını ve Agora’da halkın nasıl bir araya geldiğini görebilirsiniz.Efes, M.Ö. 8600’de basit bir yerleşim birimi olarak kurulmuş olsa da, liman kenti ve ticaret yollarının kavşağında oluşu sayesinde hızla gelişmiş. Bergama Kralı Attalos’un M.Ö. 129’da şehri Roma’ya bırakmasıyla Efes, Asya Eyaleti’nin başkenti olarak altın çağını yaşamaya başlamıştır.
Geleneksel olarak Amazonlar tarafından kurulduğu kabul edilir; hatta Strabon (MÖ 60 – MS 23), Efes adının bir Amazon kraliçesinden geldiğini iddia eder. Tarihsel olarak MÖ 11. yüzyılda İyonlar tarafından kolonileştirilmiş ve MÖ 334’te Büyük İskender tarafından Perslerden kurtarılmıştır. MÖ 129’da Roma egemenliğine girmiş ve Asya eyaletinin başkenti olmuştur.

Diana Karyalı
Efes’in ilk sakinleri yerlilerdi ve Yunanlılardan, büyük olasılıkla Karyalılardan önce yaşamışlardı. Ardından Lelegler geldi ve sonunda Atina egemenliğine girdiler. Efes, her şeyden önce İtalya ve Roma’daki Diana’ya karşılık gelen Artemis kültü ve tapınağıyla ünlü ve zengindi. Arkaik döneme ait en eski Artemis tasvirleri onu “Potnia Theron” (Hayvanların Hanımı) olarak tasvir eder: bir geyik ve bir leopar veya bir aslan ve bir leopar tutan kanatlı bir tanrıça.
Emperyal Artemis
Daha sonra, dizinin üzerinde kısa bir etek, çıplak göğüsler, av çizmeleri, gümüş oklarla dolu bir sadak ve bir yay giymiş, bakire bir avcı olarak tasvir edilmiştir. Genellikle yanında bir köpek veya bir geyik eşliğinde ok atarken tasvir edilir. Artemis’in, elinde bir lir tutan Kız Dansları Tanrıçası veya elinde iki meşale tutan Işık Tanrıçası olarak tasvir edildiği örnekler de vardır. Artemis, her zaman Ay Tanrıçası olmasına rağmen, ancak daha sonra ay tacını taktı. Efes’te Artemis, öncelikle Bereket Tanrıçası, tüm duyarlı canlıları besleyen Doğa Ana olarak tapınılırdı. Karyalılar, Roma topraklarında Diana Karya adını alan ve bir zamanlar Kutsal Cevizin Gizemleri ile ilişkilendirilen Karyalı Artemis’e tapınırlardı. Rahibeleri büyücü ve şifacıydı ve sembolleri, görünüşte insan beynine çok benzeyen ceviz meyvesiydi. Rahibeler kutsal ceviz ağacının etrafında dans ettikleri ve Karyalı Diana kültü İtalya’nın Benevento kentinde kaldığı için cadılar ve Şabat efsanesi doğmuştur. Antik Artemis, ay, av ve yeraltı dünyasının, dolayısıyla gökyüzünün, yeryüzünün ve öbür dünyanın tanrıçasıydı. Daha sonra Efes’te, tüm canlıları sütüyle besleyen Toprak Ana, Doğa Ana, çok göğüslü tanrıça olarak görünümü hakim oldu. “Artemis, Yunanistan’ın hemen hemen tüm bölgelerinde aynı şekilde tapınılır ve kutlanırdı, ancak ona adanmış en önemli ibadethaneler Delos’ta (ana adası), Brauron’da, Münih’te ve Sparta’da bulunurdu. Beş ila on yaş arasındaki Atinalı kızlar, tanrıçaya bir yıl boyunca hizmet etmeleri için Brauron’daki Artemis tapınağına gönderilirdi: bu dönemde kızlar “arktoi” (küçük ayılar) olarak bilinirdi.” Bu kölelik döneminin sebepleri bir efsaneye göre Braurone kasabasına bir ayının girmesi ve halkın onu beslemeye başlamasıyla açıklanır; böylece hayvan kısa sürede uysallaşıp evcilleşmiştir.
Artemis Tapınağı: Antik Dünyanın Işıltısı
Efes’in en görkemli yapılarından biri olan Artemis Tapınağı, sadece kentin değil, antik dünyanın da simgelerinden biri. Dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul edilen bu tapınak, Efesliler için tanrıça Artemis’in kutsallığını ve kenti koruyan gücünü temsil ediyordu.Tapınağın etrafında dolaşırken, antik şehir halkının hareketliliğini hayal edebilirsiniz: Rahipler ve rahibeler tapınağa girip çıkıyor; çevredeki tezgahlarda toprak kaplar, heykeller ve taze meyveler satılıyor; bazı ziyaretçiler sütun kenarlarına oturmuş sohbet ediyor. Tapınak, hem kutsal bir ibadet merkezi hem de canlı bir ticaret alanı olarak işlev görüyordu.
Artemis Tapınağı’nın tarihçesi de en az görkemi kadar ilgi çekici: İlk sunak M.Ö. 680–650 yıllarında inşa edilmiş, ardından Lidya Kralı Kroisos tarafından mermer sütunlarla devasa bir tapınak yapılmış. M.Ö. 356’da Herostratus adlı kişi, ün kazanmak için tapınağı yakmış; tapınak bu olaydan sonra birkaç kez restore edilmiştir. Bugün ise yalnızca az sayıda kalıntı günümüze ulaşmış olsa da, tapınağın görkemi ve antik çağdaki etkileyici varlığı hayal edilebilir.

Tapınağın önünden geçerken, Efeslilerin tanrıçaya duyduğu saygıyı, hem dini hem ticari hayatın iç içe geçtiği bu mekanın canlılığını hissetmek mümkün. Eğer gözlerinizi kapatırsanız, tarihin derinliklerinden yükselen tapınağın heybetini ve Artemis’in kutsal atmosferini adeta hissedebilirsiniz.
Meryem Ana’nın Evi: Huzurun ve İnancın Mekânı
Efes’in mistik köşelerinden biri olan Meryem Ana’nın Evi, hem tarihi hem de manevi bir öneme sahip. Burayı ziyaret ettiğinizde, taş duvarların arasından yayılan sessizlik ve huzur hemen hissediliyor. Burası, Hristiyan inancına göre, İsa’nın Kudüs’teki çarmıha gerilişinden sonra annesi Meryem’in son yıllarını geçirdiği ev olarak kabul ediliyor.
Evin avlusuna adım attığınızda, yüzlerce yıl öncesine ait bir yaşamın izlerini hayal edebilirsiniz: Sade taş odalar, küçük avlular, duvarlardaki doğal ışık oyunları… Burada yürürken, hem Meryem Ana’nın hem de Efes halkının günlük yaşamını gözünüzde canlandırabilirsiniz.


Ev, sadece bir ibadet mekânı değil; ziyaretçilerin dua edebileceği, içsel bir yolculuğa çıkabileceği bir sığınak. Taş yolu ve avlusu, geçmişle bugünü birbirine bağlayan sessiz bir köprü gibi. Gözlerinizi kapatıp derin bir nefes aldığınızda, zamanın yavaşladığını, tarih ve inancın iç içe geçtiğini hissedebilirsiniz.
Aziz John Bazilikası
Dönemin en büyük yapılarından biri olan ve Bizans imparatoru Büyük Justinian tarafından yaptırılan 6 kubbeli bazilikanın merkezinde S. Jean John’un mezarının bulunduğu iddia ediliyor. Burada S. Jean adına dikilmiş bir anıt da var. Hristiyanlar için çok önemli sayılan bu kilise, Ayasuluk Kalesi’nde bulunuyor.

Yedi Uyurlar
Geç Roma imparatorlarından Decius zamanında putperestlerin zulmünden kaçan yedi Hristiyan gencin Panayır Dağı eteklerinde sığındıkları rivayet edilen mağara olduğuna inanılır. Bizans döneminde mezar kilisesi haline getirilmiştir. Dünya üzerinde bu mağaranın kendi sınırları içinde olduğunu iddia eden 33 kent vardır. Ama Hristiyan kaynaklarının çoğuna göre bu kent, kutsal sayılan Efes’tir. Efes’teki bu mağaranın üstüne bir kilise yapılmış hali 1927-1928 yılları arasındaki bir kazıda ortaya çıkarılmış, kazı sonucunda 5 ve 6. yüzyıla ait olan mezarlar da bulunmuştur. Yazıtlar hem mezarlarda hem de kilise duvarlarında bulunmaktadır.

Celsus Kütüphanesi
Celsus Kütüphanesi, Efes’in Roma dönemi mimarisinin en görkemli örneklerinden biri. Kütüphane, aynı zamanda anıtsal bir mezar işlevi de görüyordu. Dış cephesindeki heykeller, sütunlar ve yüksek tavanlı salon, sizi antik bilgelik atmosferine sokuyor.

106 yılında Efes valisi olan Celsius öldüğünde, oğlu kütüphaneyi babasının adına mezar anıtı olarak yaptırmıştır. Celsius’un lahdi kütüphanenin batı duvarı altındadır. Yapının kalıntıları üzerinde yapılan çalışmalar, ön cephenin iki katlı görünümüne karşın, yapının üç katlı olduğunu göstermektedir. Oldukça yüksek tavanlı bu yapı yaklaşık 150 yıl boyunca hizmet vermiş. İki katlı bir görünüme sahip olan kütüphane, klasik dönemde dünyanın en büyük üç kütüphanesi arasında yer alıyormuş; Bünyesinde 14 bin kitap ve şehir arşivini bulunduruyormuş. Dış cephesinde dört kadın heykeli bulunuyor. 3. yüzyılda bölgeyi etkileyen depremler sırasında okuma salonu yanmış, ancak daha sonra tamir edilmiş. Ön yüzünün yine Orta Çağ’da yaşanan bir deprem sonucu yıkıldığı sanılmaktadır.
Kütüphaneyi gezerken, binlerce el yazması ve şehir arşivinin arasında dolaşan antik okurları hayal edebilirsiniz. Klasik dönemde dünyanın en büyük kütüphanelerinden biri sayılmış; günümüzde ise yalnızca ön cephesinin etkileyici kalıntıları görülüyor.
Antik Tiyatro
Efes’in 24.000 kişilik kapasitesiyle Antik Tiyatro, sadece tiyatro oyunları için değil, gladyatör mücadeleleri ve Aziz Pavlus’un vaazları için de kullanılmış. Çok süslü ve üç katlı sahne binası tamamen yıkılmış olsa da, oturma basamakları ve geniş alan hâlâ görkemini koruyor.

Tiyatronun simgesi olan gülen ve ağlayan maskelerin hikayesi buradan geliyor; oturup hayal ettiğinizde antik oyunların ve törenlerin coşkusunu hissedebilirsiniz.
Hadrian ve Domitianus Tapınakları
Hadrian Tapınağı, Roma İmparatoru Hadrianus’a adanmış anıtsal bir yapı. Girişinde Efes’in kuruluş efsanesine dair bir yazıt bulunuyor; Androklos’un balık ve yaban domuzu kehaneti burada anlatılıyor.

Domitianus Tapınağı ise şehirdeki en büyük yapılardan biri olarak Traianus Çeşmesi’nin karşısında yer alıyor. Günümüzde yalnızca temelleri ve birkaç sütunu kalmış olsa da, antik çağın görkemini hayal etmek mümkün.

Domitianus Meydanı
Domitianus Tapınağı’nın kuzeyinde yer alan meydanın doğusunda Pollio Çeşmesi ve hastane olduğu düşünülen bir yapı, kuzeyinde cadde üzerinde de Memmius Anıtı yer alır.
Senato Odeon
Efes’in iki meclisli bir yönetimi bulunmaktaydı. Bunlardan biri olan Danışma Meclisi toplantıları burada yapılıyordu. Aynı zamanda konserlerin de verildiği bir yerdi. 1.400 kişilik kapasiteye sahiptir. Bouleterion olarak da adlandırılır.
Anıtsal Çeşme
Odeion’un önündeki meydan kentin “Devlet Agorası” (Yukarı Agora)’dır. Tam ortasında Mısır tanrıları tapınağı (İsis) bulunuyordu. MÖ 80 yıllarında Laecanus Bassus tarafından yaptırılan Anıtsal Çeşme, Devlet Agorası’nın güneybatı köşesinde yer alır. Buradan DomitianMeydanı’na ve bu meydan etrafında kümelenmiş bulunan Pollio Çeşmesi, Domitian Tapınağı, Memmius Anıtı ve Herakles Kapısı gibi yapılara ulaşılır.
Traianus Çeşmesi
Cadde üzerindeki iki katlı anıtlardan biridir. Ortada duran İmparator Traianus’un heykelinin ayağı altında görülen küre dünyayı simgelemektedir.
Heroon Çeşmesi
Efes’in efsanevi kurucusu Androklos adına yaptırılmış bir çeşme yapısıdır. Ön kısmı Bizans döneminde değişikliğe uğramıştır.
Agora ve Liman Caddesi
Agora, kentin ticaret ve kültür merkeziydi. 110×110 metre boyutlarındaki ortası açık alan, portiklerle çevriliydi ve dükkanlar, kervanlar ve filozoflarla dolup taşardı. İmparator Augustustarafından inşa ettirilmişti, resmi toplantılar ve borsa işlemleri de burada yapılıyordu.
Liman Caddesi (Arkadiana Kral Yolu), antik tiyatrodan antik limana uzanan iki yanı sütunlu ve mermer döşeli yol. Cadde boyunca Hristiyanlık döneminden kalma anıtlar, dört havari heykelleri ve ticari yaşamın izleri görülebilir. Efes’in en uzun caddesidir. 600 metre uzunluktaki cadde üzerine kentin Hristiyanlık döneminde anıtlar yapılmıştır. Her birinde havarilerden birinin heykeli olan dört sütunlu Dört Havari Anıtı, caddenin ortasındadır. Önemli törenler, geçit şölenleri burada yapılıyormuş. Yürürken, antik Efeslilerin günlük yaşamını, törenlerini ve sosyal hareketliliğini hayal edebilirsiniz. Gymnasium’da eğitim gören gençleri, hamamlarda günün yorgunluğunu atan halkı ve ticaretin canlılığını gözünüzde canlandırabilirsiniz.
Herakles Kapısı
Roma Çağı sonlarında yaptırılmış olan bu kapı Kuretler Caddesi’ni, yaya yolu haline getirmiştir. Ön cephesindeki Kuvvet Tanrısı Herakles kabartmaları nedeniyle bu isim verilmiştir.
Efes’te her adımda tarih ve kültür bir araya geliyor. Her taş, her sütun, binlerce yıllık bir hikayeyi fısıldıyor. Antik Roma’dan Hristiyanlığa uzanan bu yolculuk, hem gözlerinize hem ruhunuza hitap ediyor. Efes’in tarihi, mimarisi ve çok katmanlı kültürel belleği bugün ziyaretçilerine adeta bir “zaman yolculuğu” yaşatıyor.
Şehrin Işıkları: Modanın Zamansız Prensi: Giorgio Armani’nin Hikâyesi
Andira Vitale
Giorgio Armani… İtalya’nın dünya sahnesindeki yıldızı. Zamansız stilin, yalın zarafetin simgesi. Onun öyküsünde yalnızca bir hayat hikâyesine tanıklık etmeyeceğiz; aynı zamanda bir anka kuşu gibi yeniden doğuşlarına eşlik edeceğiz. Kapanan dönemlerin nasıl ihtişamlı kapılar açtığını görecek, adadığı sektörü kökten değiştiren bir ustanın başarılarına hayran kalacağız.
Armani’nin çocukluğu bombaların gölgesinde, hayallerin ışığında şekillendi
Armani, 11 Temmuz 1934’te Po Nehri kıyısındaki Piacenza’da dünyaya geldi. Kardeşleri Sergio ve Rosanna, zarif babası Ugo ve annesi Maria ile mütevazı ama sevgi dolu bir evde büyüdü. Çocukluğu mutlulukla örülüydü; fakat savaşın gölgesi tüm yaşamın üzerindeydi.
Geceleri sığınaklara koşmak, bombaların arasında yaralanıp kırk gün hastanede kalmak onun çocukluğunun parçalarıydı. Bu zorlu yıllar, hayal gücünün köklerini derinleştirdi. Belki de bu yüzden, Armani’nin söylediği gibi, daha çocukken hayal kurmaya başlamıştı: diğerleri gerçek yolculuklara çıkarken o düşlerinde seyahat ediyordu.
Milano’ya Yolculuk
1949’da aile Milano’ya taşındı. O dönemde henüz “moda başkenti” değildi ama yirminci yüzyılın kültürel ve ekonomik hareketlerinin merkezindeydi. Armani, Roma’daki kadar heybetli olmayan binaların ardında gizli kalmış zarif bahçeler ve iç mekânlarla tanıştı. Bu atmosfer, anne babasından aldığı incelikle birleşerek onun estetik duygusunu pekiştirdi.
Tıptan Modaya
1953’te mezun oldu ve isteksizce tıp fakültesine kaydoldu. Ancak iki yıl sonra askerlik görevi bu süreci yarıda bıraktı. Askerlikten dönünce üniversiteye geri dönmedi; hayatına yön verecek tesadüfi bir adım attı. Arkadaşı Rachele Enriquez aracılığıyla Milano’nun ünlü mağazası Rinascente’de işe başladı.
Başlangıçta modaya ilgisizdi; mimarların aydınlatma ürünleriyle ilgileniyor, vitrin düzenlemelerine yardım ediyordu. Fakat kısa sürede kumaşların, dokuların, renklerin dünyasına çekildi. “Hayatta ne yapmak istediğimi orada buldum,” diyecekti yıllar sonra.
Cerruti ile Buluşma
Armani’nin yeteneği çevresindekiler tarafından fark edildi. 1965’te Nino Cerruti ona, Lanificio Fratelli Cerruti’nin markası Hitman için iş birliği teklif etti. Armani, erkek giyimini yeniden tasarlamaya başladı. O günleri şöyle anlatır:
“Tesadüfen modayla ilgilenen insanlarla tanıştım. Yaratıcı bir şeyler verebileceğimi keşfettim. Fabrikada zaman geçirirken en mütevazı işlere bile saygı duymayı öğrendim. Kumaşlara dokunmayı kısa sürede sevdim.”
Hitman’de geçirdiği yedi yıl boyunca erkek giyiminde köklü değişime ihtiyaç olduğunu gördü. Cerruti’nin kurumsal yapısı ona disiplin ve yöntem kazandırdı; fakat daha fazlasını arıyordu.
Kendi Yolunu Açmak
1973’te, kırk yaşındayken, Giorgio Armani kendi yolunu çizmeye karar verdi. Bu seçimde hayatına giren Sergio Galeotti’nin etkisi büyüktü. Armani’nin dediği gibi, “aşkı tanımlamak yetersiz kalır.” İkilinin ilişkisi profesyonel ortaklığın ötesinde, derin bir bağa dönüşmüştü.
Corso Venezia’da küçük bir ofis kiraladılar. Max Mara, Hilton, Allegri ve Bagutta gibi markalara danışmanlık yaptılar. 1974’te Palazzo Pitti’de serbest stilist olarak koleksiyonunu sundu. Bir yıl sonra, 1975’te, Giorgio Armani S.p.A. kuruldu.
Efsaneye göre sermaye, Armani’nin Volkswagen’ini satmasıyla sağlanmıştı. Kendi sözleriyle:
“Yıllarca fedakârlık ve emek verdim. Gece yarıları fabrikada tek başıma kalır, binlerce metre kumaşın arasında umutsuzluktan ağlardım.”
Dünya Sahnesinde Bir İmza
Armani’nin adı kısa sürede dünya çapında duyuldu. Erkek giyiminde resmi ceketleri hafifletip dekonstrüksiyon tekniğiyle astar ve dolguları kaldırarak çağdaş bir şıklık yarattı. Kadın modasında da aynı ceketleri yeniden yorumlayarak yeni bir özgürlük alanı açtı.
Stili, siyah-beyaz sinemanın gölgelerinden ve 1920–30’ların Amerikan atmosferinden besleniyordu. Soğuk tonlar, keskin hatlar, “greige” olarak bilinen gri-bej karışımları onun imzası oldu. Zamansız siyah elbiseyi ise basitlikten çıkarıp zarafetin en üst noktasına taşıdı.
1980’de American Gigolo filmiyle Richard Gere’in üzerinde tüm dünyayı büyüleyen Armani takımları, modanın yönünü değiştirdi. 1982’de Time dergisinin kapağında yer aldı; Hollywood yıldızlarını kırmızı halıda giydirmeye başladı. Moda, onun elinde yalnızca kıyafet değil; bir yaşam felsefesi olmuştu.
Armani Evreni
Bugün Giorgio Armani markası yalnızca moda değil; gözlükten parfüme, ev eşyalarından lüks otellere kadar geniş bir evren. Ama özünde hâlâ aynı ilkeye dayanıyor: zamansız sadelik, gösterişsiz zarafet, her ayrıntıda incelik.
“Zamansız şıklık, gösterişsiz zarafetten doğar.” Giorgio Armani…
Kültürel Festivaller: Bir Zamanlar Venedik’te açılan beyazperde
Dünyanın en uzun soluklu film festivali, 90. yaşını kutluyor. Sinemanın büyülü tarihiyle iç içe geçmiş bu yolculuk, bize sadece beyazperdeyi değil, aynı zamanda değişen dünyayı da hatırlatıyor. Gelin, Venedik’in zaman trenine binelim ve bir asra yaklaşan bu serüvende kısa bir gezintiye çıkalım.
İlk Durak: 1932 Yazı

Takvimler 6 Ağustos 1932’yi gösteriyor. Lido Adası, heyecanlı bir kalabalığın uğultusuyla dolup taşıyor. Kimi tekneyle geliyor, kimi otelin geniş terasında yer bulmaya çalışıyor. Kadınlar uzun pastel elbiseleriyle, erkekler fraklarıyla göz kamaştırıyor. Karşımızda, dev bir perdede yedi sanat dalını selamlayan görkemli bir sergi: “Uluslararası Sanat Filmleri Sergisi”.
O günlerde sinema, sadece bir eğlence değil; aynı zamanda toplumun nabzını tutan güçlü bir araç. İtalyanların kültürel harcamalarının büyük kısmı sinemaya gidiyor, gösterilen filmlerin çoğu Amerikan yapımı. Devlet, sinemanın bu büyüsünü fark ediyor ve “İtalyan kültürünü yüceltme” fikriyle işe karışıyor. Beyaz Telefon filmleri, şık otellerde, lüks gemilerde geçen pembe hikâyeleriyle İtalyan yaşamını parlatırken, aslında bir yanılsamayı sahneliyor.
Ama perdeye yansıyan her şey propaganda değil. Aynı yıllarda uluslararası bir festivalin temelleri atılıyor. Birkaç vizyoner isim—Giuseppe Volpi, Luciano de Feo ve Antonio Maraini—Venedik’in sanat tarihine damga vuracak bir mirası başlatıyor.
Perdenin İlk Işıkları

Festivalin ilk programı adeta sinema tarihinin “rüya karması”. Frank Capra’dan Forbidden, James Whale’den Frankenstein, René Clair’den À nous la liberté… Ve tabii Mario Camerini’nin unutulmaz İtalyan filmi Gli uomini, che mascalzoni.
Filmler kadar oyuncular da büyülüyor. Greta Garbo, Clark Gable, Joan Crawford, Vittorio De Sica, Boris Karloff… Hepsi, henüz ilk yılında bile festivalin bir yıldız geçidine dönüşmesini sağlıyor.
O yıl ödüller jüri tarafından değil, seyircilerin oylarıyla veriliyor. À nous la liberté “En Eğlenceli Film”, Dr. Jekyll and Mr. Hyde “En Özgün Fantastik Film”, The Sin of Madelon Claudet ise “En Duygusal Film” seçiliyor. Fredric March ve Helen Hayes’in ödülleri, bir festival geleneğinin ilk işaret fişeği oluyor.
Mussolini Kupası’ndan Altın Aslan’a

Festival 1933’te kısa bir mola verse de 1934’ten itibaren her yıl düzenlenmeye başlıyor. O yıllarda ödüllerin adı “Mussolini Kupası”. Ancak tarih değiştikçe ödüller de değişiyor; 1947’de “Venedik Büyük Uluslararası Ödülü”ne, 1949’dan itibaren ise sinemanın en prestijlisembollerinden biri olan Altın Aslana dönüşüyor.
Bugün: Bir Ada, Bir Rüya
Aradan geçen 90 yıl, Venedik Film Festivali’ni sadece bir etkinlik olmaktan çıkarıp küresel bir sanat vitrini haline getirdi. Lido Adası hâlâ büyüleyici: Bazen şiirsel, bazen sarsıcı ama her zaman sinemanın kendisi.
Her Altın Aslan, Oscar yolunu aydınlatan güçlü bir işaret. Ve Venedik’in zaman treni, hız kesmeden ilerlemeye devam ediyor…
Sanat Eserleri ve Şifreli Hikâyeleri:
Francesco Hayez’in Öpücükleri ve Sırları
Takvimler 10 Şubat 1791’i gösteriyordu. Venedik’in puslu ve serin sabahında, yoksul bir evin içinden yeni doğan bir bebeğin çığlığı yükseldi. Annesi, rengârenk camların hayat verdiği, bağımsız ruhlu Murano adasının kızıydı; babası ise uzaklardan gelmiş Fransız bir balıkçı… Küçük çocuk, biraz büyüdüğünde Milano’daki varlıklı teyzesinin yanına gönderildi. Sanat tarihçisi ve koleksiyoncu olan eniştesinin evinde, sanatın gölgesinde büyüdü. On dokuzuncu yüzyılın çalkantılı rüzgârları, bağımsızlık ve bütünleşme hayalleri onun da ruhuna işledi.
Ve bu çocuk, zamanla adını sanat tarihinin ölümsüzleri arasına yazdırdı: Francesco Hayez.
Gizemli Bir Resim: Öpücük
Hayez’in en ünlü eseri, hâlâ çözümlenmeye çalışılan sırlı bir tablo: Öpücük. Üç farklı versiyonu bulunan bu resimde, ortaçağı andıran bir mekânda iki genç, tutkuyla birbirine sarılır. Ama kimdir bu âşıklar? Ve onları gölgelerden izleyen, tehditkâr varlık kime aittir?
1859 tarihli ilk versiyon, bugün Milano’daki Pinacoteca di Brera’da sergilenmektedir. Tam başlığı: “Öpücük. Gençlik Bölümü. On Dördüncü Yüzyılın Kostümleri.”
Tabloda, taş duvarların önünde, basamakların kenarında duran genç bir adam sevgilisini öper. Kırmızı taytı, kalça
sındaki kılıcı ve acelesini belli eden adımı, bir veda anını sezdirir. Genç kız ise mavi elbisesiyle, sanki gitmesini engellemek istercesine omuzlarından sıkıca kavrar onu.
O an, tutkunun ve hüzünlü bir ayrılığın kesiştiği an dır. Ve arkada, karanlık gölgelerden yükselen siluet, sanki bu aşkın üzerine çöken bir tehdit gibidir.

Tarihin İçinde Bir Öpücük
Hayez’in yaşadığı dönem, İtalya için özgürlük ve birlik mücadelesinin doruk noktasıydı. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra yüzyıllar boyunca parçalanmış olan ülke, Avusturya’nın gölgesi altında yaşamıştı. Sardunya Krallığı, II. Vittorio Emanuele ve Başbakan Cavour’un öncülüğünde birliğe doğru ilerlerken, Fransa’nın desteği hayatiydi.
Ve 1859’da, gizli anlaşmalar sonucu Avusturya’ya karşı kazanılan zaferle birleşmenin kapıları aralandı. İşte Öpücük, tam da bu atmosferde sergilendi. Ressam, genç âşıkların tutkusunda aslında İtalya’nın özgürlük özlemini saklıyordu. Karanlık gölge, Avusturya’nın varlığını; gizli öpücük, Fransa ile kurulan ittifakı temsil ediyor olabilirdi.
Renklerin Dili
Hayez’in diğer versiyonları bu yorumu destekler.
1861 tarihli tabloda genç kızın elbisesi beyaza dönmüştür: Birleşen İtalya’nın saflığına gönderme… 1867 tarihli versiyonda ise renkler daha açık seçiktir: kırmızı, yeşil, mavi ve beyaz — İtalya ve Fransa’nın bayraklarının bütünleşmiş hâli. Basamaklardaki beyaz örtü, yeni bir sayfayı simgeler. Erkek figürün merdivene dayalı adımıysa bir kez daha veda ve mücadelenin sürekliliğini fısıldar: “Gitmek zorundayım.”
Ortaçağ’ın Gölgesinde Romantizm
Her ne kadar tabloda 14. yüzyılın kıyafetleri ve mimarisi hâkim olsa da, resmin ruhu 19. yüzyıl romantizmine aittir. Walter Scott’un romanlarında, Dumas’nın kurgularında, Manzoni’nin kahramanlarında gördüğümüz romantik karakterler gibi…
Romantizmde duygular toplumsal kuralların önündedir. Öpücük de yasak bir buluşmanın, gizli bir aşkın, kaçamak bir anın resmidir. Genç adamın merdivene basan ayağı gidişi haber verirken, kızın omzuna bıraktığı el, çaresiz bir kalışın simgesidir. Ve karanlık gölge… Kimi için Avusturya’nın tehdidi, kimi için aşkın yakalanma korkusu. Romeo ile Juliet benzetmeleri yapılmışsa da Hayez, bu tabloyla onları değil, kendi çağının aşkını ve mücadelesini anlatır.
Sanattan Hayata Yansıyan Öpücük
Hayez’in bu başyapıtı, yalnızca sanat dünyasında değil, günlük yaşamda da iz bırakmıştır.
Gerolamo Induno’nun tablolarından, Giuseppe Reina’nın resimlerine; Peruginaçikolatalarının mavi kâğıtlarına; hatta Luchino Visconti’nin 1954 tarihli filmine kadar uzanan bir etki… Öpücük, İtalya’nın sanatla yoğrulmuş özgürlük arzusunun simgesi oldu.
Sonuç
Francesco Hayez, fırçasıyla bir resim değil, bir manifesto yarattı. Alessandro Manzoni’ninedebiyatta, Giuseppe Verdi’nin müzikte yaptığı gibi, o da resimle İtalya’nın özgürlük hayaline can verdi. Öpücük, yalnızca iki sevgilinin tutkusunu değil, bir milletin kalbindeki özlemi anlatır: gizemli, şiirsel, unutulmaz bir vedayı…
Zamansız Klasikler: “Nişanlılar”
Klasiklerle ilk karşılaşmamız çoğunlukla okul sıralarında olur. Oysa ne yaşımız, ne de bakış açımız, anlatılanların derinliğini kavramaya yeter. Kahramanların psikolojisi gölgede kalır; hikâyenin özü elimizden kayar. Fakat zamanın inceltici etkisiyle, yetişkinlikte gelen “ikinci buluşma” bambaşka bir ufuk açar. İşte o yeniden keşif, hayat boyu sürecek bir dostluğun başlangıcıdır.

Alessandro Manzoni’nin başyapıtı Nişanlılar buna en güzel örnektir. Çocukken Lucia bana fazla uysal, fazla kusursuz görünürdü; Renzo’nun telaşlı ruhuna eşlik edemezdi sanki. Yıllar sonra sayfaları yeniden çevirdiğimde ise Lucia’nın sabrında direnişi, Renzo’nunaceleciliğinde masumiyeti keşfettim. Manzoni’nin kalemi, bir ressamın fırçası gibi; birkaç kelimeyle bile ruhun en derin kıvrımlarını açığa çıkarıyor.
Karakterler öylesine canlıdır ki, onları sever, nefret eder, sayar ya da küçümseriz. Fakat her koşulda, onların dünyasına adım atarız.
Sandro Bolchi’nin 1967’de çektiği uyarlama, bu canlılığı ekrana taşıyan en güçlü yorumdur. Castelnuovo’nun beceriksiz ama saf Renzo’su, Pitagora’nın inancıyla karanlık kalpleri aydınlatan Lucia’sı, sessizlik anlarını bile söze dönüştüren oyunculuklarıyla hâlâ hafızalardadır.
Romanın özü ise yalın: baskıcı bir lordun gölgesinde, özgürlüğe kaçmaya çalışan iki nişanlının öyküsü… Ancak arka plan, tarihî olayların kudretiyle örülüdür: veba, istilalar, İspanyol yönetiminin kibri. Bu tuvalin üzerinde Monza Rahibesi, İsimsiz, Kardinal Borromeogibi unutulmaz figürler, Fra Cristoforo’nun merhameti ve Don Rodrigo’nun karanlığıyla birleşir.
Nişanlılar, yalnızca bir aşkın değil, aynı zamanda İlahi Takdir’in yasalarıyla yoğrulmuş bir inancın romanıdır. Manzoni’nin Katolikliğe yönelişiyle beslenen bu eser, insan ruhunun karanlık ve aydınlık yanlarını, çağları aşan bir ustalıkla resmeder.
Ve belki de Manzoni’nin kendisi bile, sayfalarının hem okunup hem de izlenmesini öneren bu çağrıya gülümseyerek katılırdı.
Şehirlerin Sırları: Roma’da kaybolmanın büyüsü
Anna Maria Tardiolo-

Roma’da kaybolursanız, geri dönmeyin. Çünkü bu şehir, kaybolanlara en güzel sürprizlerini saklar. Haritanın çizdiği güvenli rotalardan uzaklaştığınızda, dar sokakların kıvrımlarında gizlenmiş hazine sandıkları birer birer karşınıza çıkar. Bazen bir kapının arkasında, bazen bir köşede unutulmuş bir avluda… Roma’nın labirenti, yolunu kaybedenleri ödüllendirir.
Simyanın Gizli Kapısı
Bir gün Piazza Vittorio Emanuele II’ye vardığınızda, bahçesinin köşesinde gizemli bir kapıyla karşılaşabilirsiniz: Simya Kapısı. Yanlarında Mısır tanrısı Bes’in heykelleri duran bu kapı, üzerindeki sembollerle sanki başka bir dünyaya açılır. Rivayetlere göre ünlü simyacı Francesco Borri, bu kapıdan geçmiş ve geceyi altın arayışıyla geçirmiştir. Kimi söylencelere göre ardında altın izleri bile bırakmıştır. Belki siz de kapının önünde durduğunuzda, havada hâlâ o gizemin titreşimini hissedersiniz.

Galleria Sciarra’nın Işığı
Trevi Çeşmesi’ne doğru yürürken bir ara sokağa sapın ve başınızı kaldırın: karşınızda GalleriaSciarra! 19. yüzyıldan kalma bu avlu, cam tavanından süzülen gün ışığıyla fresklerini aydınlatır. “Kadının Yüceltilmesi” konulu resimler, sanki gökyüzünden gelen bir ışıkla can bulur. Burada adımlarınız hafifler, zaman yavaşlar. Roma’nın kalabalığından bir anlığına kopar, kendinizi bir sanat rüyasının içinde bulursunuz.
Kitapların Fısıltısı: Angelica Kütüphanesi
Sant’Agostino Bazilikası’nın yanında küçük bir kapı vardır. İçeri adım attığınızda sizi sessizliğin en derin hâli karşılar: Angelica Kütüphanesi. Avrupa’nın halka açılan ilk kütüphanesi olan bu yer, raflarındaki kitaplarla değil, duvarlarına sinmiş zamanın kokusuyla büyüler. Toz zerreciklerinin ışıkla dans edişini izlerken, sanki yüzyıllar boyunca buradan geçen bütün zihinlerin fısıltılarını duyarsınız.
Roma’nın Renkli Yüzü
Roma yalnızca antik taşlardan ibaret değildir. Tor Marancia ve Il Pigneto gibi semtler, genç sanatçıların ellerinde dev bir açık hava galerisine dönüşmüştür. Duvarları süsleyen renkli freskler, mahallenin ruhunu yansıtır. Roma’da kaybolmak, bazen de bu modern masalın içinde gezinmek demektir.
Son Söz: Kaybolun!
Roma’da kaybolmak, aslında kendinizi bulmaktır. Çünkü her sokak başında sizi bekleyen yeni bir hikâye, her kapının ardında saklı bir hazine vardır. Bırakın sokaklar sizi yönlendirsin. Çünkü Roma’da kaybolmak, asla bir kayboluş değildir; aksine, şehrin kalbine açılan en doğru yoldur.
İtalya’nın Köyleri: Bussana Vecchia
San Remo’nun jet sosyete hayatından sıyrılıp birkaç kilometre ötede kıvrılarak yükselen bir tepeye vardığınızda, karşınıza bambaşka bir dünya çıkar: Bussana Vecchia. 1887’deki büyük deprem köyü yıkmış, nüfusu azalmıştı. Ama tıpkı Anka kuşu gibi küllerinden doğdu ve bugün bir sanatçılar köyü, açık hava müzesi, yaşayan bir masal oldu.
Tarihin İzleri
Bussana’nın kökenleri Roma dönemine uzanıyor. Sonrasında Lombardlar ve Sarazenlerinizleri, Venedik Cumhuriyeti’nin hâkimiyetiyle birleşmiş. Bugün köyde dolaşırken bu tarih katmanlarını hâlâ hissedersiniz. Deprem kaleyi, evleri ve Sant’Egidio kilisesini ağır yaraladı. Oysa 14. yüzyılın sonunda inşa edilen ve 1652’de Barok üslubuyla yeniden yükselen bu yapı, köyün belleğinin simgesidir. Yıkıma rağmen ayakta kalan taş evler ve kale kalıntıları, Bussana’nın direncini gösterir.
Sanatla Yeniden Doğuş
Deprem sonrası terk edilen köy, yavaş yavaş sessizliğe gömülürken Torino’lu seramikçi Mario Giani—namıdiğer Clizia—bir gün buraya geldi. Harabeler arasında hem hayranlık hem hüzün duydu. Ve köyü yeniden canlandırmaya karar verdi. Dostlarına mektuplar yazarak onları buraya çağırdı. Sanatçılar, filozoflar, zanaatkârlar geldiler; taşları, kiremitleri molozlardan topladılar. Evleri restore ettiler, atölyeler kurdular, hayatı geri getirdiler.
O günden bu yana Bussana, yüzlerce sanatçının kalıcı ya da geçici yuvası oldu. Köy, kendi yasalarıyla düzenlenen gerçek bir sanatçı topluluğuna dönüştü. Her sokakta sanatın izini sürmek mümkündür.
Sanatın Kokusu
Bugün Arnavut kaldırımlı sokaklarda dolaşırken zamandan kopar, sanatın büyülü nefesini içinize çekersiniz. Galerilerde resimler, atölyelerde heykeller, ahşap oymalar sizi karşılar. Evlerin duvarlarını saran çiçekli sarmaşıklar arasında freskler ve rengarenk sandalyeler çıkar karşınıza. Her köşede başka bir hikâye, başka bir imge saklıdır.
Köyün ruhunu en çok yaşayan yerler, sanatçıların elleriyle yeniden doğan küçük atölyelerdir. Onların tutkusu Bussana’yı, adeta bir açık hava yaratıcılık laboratuvarına dönüştürür.
Ziyaretçinin Yolculuğu
Bussana’ya vardığınızda kendinizi akışa bırakın. Sokaklarda amaçsızca yürüyün, gizli seyir noktalarından Ligurya’nın kobalt mavisi denizine bakın. Eski surlara yerleştirilmiş heykelleri keşfedin. Dar yamaçlardan sessizce inin, evlerden yükselen melodileri dinleyin.
Bir köşede şövale önünde çalışan bir ressam, başka bir yerde ahşap oyma ustası karşınıza çıkar. Galerilere uğrayın, eserleri inceleyin, belki birini yanınıza alın. Sanatçılarla sohbet edin; her biri size Bussana’nın ikinci doğuşunu anlatacaktır.
Ve elbette molalar verin: Sio Cafe’de, Dito Bar’da, Piazetta Golosa’da… Vadiye bakan bir restoranda şarabınızı yudumlayın, bruschetta ile başlayın, makarna ve pizzanın tadına varın. Gün batımında gökyüzü kızıl renge boyanırken, Bussana Vecchia’nın büyülü havasını içinize çekin.

İtalyan Olmak: Günün Keyfi Aperitivo
İtalyanların en sevilen sözlerinden biri vardır: “L’appetito vien mangiando!” — yani “İştah, yemek yedikçe açılır.” Bizim için yemek yalnızca karın doyurmak değildir; aile ve dostlarla paylaşılan uzun sohbetlerin, kahkahaların ve samimi anların bahanesidir. İşte bu keyifli sofraların en güzel başlangıcı, aperitivo ile yapılır.
Aperitivo, Latince aperire (açmak) kelimesinden türemiştir. Akşam yemeği öncesinde iştahı uyandıran ve günü tatlı bir molayla kapatan bu gelenek, genellikle 18.00–20.00 saatleri arasında, iş çıkışı ya da hafta sonu buluşmalarında yaşanır. Masanın etrafında toplanır, küçük atıştırmalıklar eşliğinde kadeh kaldırır ve günü geride bırakırız. Pandemi döneminde bile bu alışkanlıktan vazgeçmedik; evlerden, çevrimiçi buluşmalarla aperitivo kültürünü yaşatmaya devam ettik.
Aperitivo’nun kökeni çok eskilere, M.Ö. 5. yüzyıla kadar uzanır. Hipokrat, iştahsız hastalarına şarap ve aromatik otlardan hazırladığı bir karışım önermişti. Bu içecek, bugünkü aperitivo geleneğinin ilk adımlarından biri olarak kabul edilir.
Peki, günümüz İtalya’sında aperitivo olarak neler tercih ediliyor? En bilinen seçeneklerden biri, canlı rengiyle spritz’tir. Aperol veya Campari, beyaz şarap ve soda ile hazırlanır; hem ferahlatıcıdır hem de sofraya neşe katar. Daha klasik bir tercih isteyenler için otlarla tatlandırılmış vermut, köpüklü prosecco ya da hafif bir bira menüde yer alır. Alkolsüz içecek sevenler için tatlı-acı aromasıyla Crodino, en popüler alternatiflerden biridir.
Ancak aperitivo yalnızca içecekten ibaret değildir. Yanında mutlaka küçük tabaklar gelir: şarküteri ürünleri, zeytinler, minik pizzalar, ev yapımı ekmekler… Bazen bu atıştırmalıklar o kadar zengin olur ki, başlı başına bir akşam yemeğine dönüşür.
İtalyanların yaklaşık %75’i akşam yemeğinden önce mutlaka aperitivo için bir araya gelir. Güneş batarken açılan kokteyl barları, şehrin en canlı noktalarıdır. Kimileri mekan seçimini sunulan yiyeceklerin çeşitliliğine göre yapar; kimileri ise yalnızca dostlarıyla keyifli bir sohbet ortamı arar.
Bu geleneğin önemi o kadar büyüktür ki, 26 Mayıs “Dünya Aperitivo Günü” ilan edilmiştir. Kutlamalar bir günle sınırlı kalmaz; İtalya’nın dört bir yanında üç gün boyunca renkli etkinliklerle sürer.
Kısacası aperitivo, yalnızca bir içecek değil; İtalyan yaşam tarzının özeti gibidir. Günün yorgunluğunu geride bırakmak ve dostlarla paylaşılan küçük mutlulukları çoğaltmanın en güzel yoludur.
Bir Roma kahvesi efsanesi: Antik Caffè Greco
Ayfer Selamoğlu
Roma’nın tarihi merkezinde yürüyorum. Önüme serilen her meydan, her köşe başı, her Arnavut kaldırımlı sokak, farkında olmadan beni geçmişin derinliklerine sürüklüyor, bana geçmişin sırlarını fısıldıyor. Anıtlar, dikilitaşlar, heykeller ve çeşmeler arasında zamanın koridorları birer birer açılıyor; antik dünyanın ihtişamından Rönesans’ın görkemine, oradan Barok’un teatral zarafetine geçiyorum…
Sonunda Avrupa’nın en zarif caddelerinden Via Condotti’ye varıyorum. Piazza di Spagna’da, İspanyol Merdivenleri’nin tepesinde bir mücevher gibi parıldayan Trinità dei Monti Kilisesi karşılıyor beni. Bernini’nin “La Fontana della Barcaccia”sından gözlerimi yukarıya kaldırıyorum; görkemli merdivenlerin dibinde, yaklaşık iki buçuk asırdır yaşayan bir efsane, 86 numara, Antico Caffè Greco tüm ihtişamıyla karşımda duruyor. Kapısını görür görmez içime tarifsiz bir huzur doluyor.
Telaşımı, yorgunluğumu, gündelik sıkıntılarımı dışarıda bırakıyor; kırmızı kadifeler, ahşap paneller ve loş ışıklarla örülmüş o sıcacık atmosferin içine adım atıyorum. Roma’daki ikinci evim gibi… Antik mermer masaları, zarif iç mekânları ve duvarlarına sinmiş kültürel yankılarıyla her zamanki büyüsünü yeniden fısıldıyor kulağıma.
İçerisi kırmızı bir sığınak. Ahşap panellerin kokusu, antik mermer masaların ağırlığı, aynaların ardına gizlenmiş eski sohbetlerin yankısı… Burada zaman donuyor, yalnızca kültürün sesi duyuluyor. Çantamdan çıkardığım kitabı açıyorum. Fakat sayfaların arasından başka bir dünya beliriyor.
Bir ressamın şövalesini açıp resim yaptığını görüyorum: Guttuso. Muhtemelen “Il CaffèGreco”yu resmediyor. Fırçası bir an havada asılı kalıyor; gözleri bana değiyor, gülümsüyor.Sonra fırçasını bırakıp kapıdan girenleri izliyor. Az sonra Giorgio de Chirico içeri giriyor. Piazza di Spagna’daki evine taşındığından beri her sabah Roma sokaklarını arşınlar, öğle vakitlerinde Caffè Greco’ya uğrardı. Guttuso ile selamlaşıp yanı başımdaki masaya oturuyor. Biri cappuccinosunu yudumluyor, diğeri tuvale hayat veriyor. Ve ben, tarihin en güzel sohbetlerinden birinin sessiz şahidi oluyorum.
Bir an için zaman bükülüyor: Birden Lord Byron şiirine ara veriyor ve ayağa kalkıyor. Lavaboya giderken adımlarına hafif bir dans eşlik ediyor. Şairin gölgesi bile şiir yazıyor.Barın yanında Schopenhauer oturuyor, yanında sadık dostu “dünyanın ruhu” adlı beyaz kanişi… İleride Goethe, kâğıda eğilmiş; Gogol “Ölü Canlar”ını, Stendhal İtalya’yı anlatan “İtalya Öyküleri”ni yazıyor. Andersen çocukların düşlerini kuruyor, masallarını düşünüyor, Viktor Ivanov fırçasıyla Caffè Greco’yu ölümsüzleştiriyor. Bavyera Prensi kırmızı kanepeleri, mermer masaları, aynaları ve sanat eserleriyle örülü bu salonları benim gibi hayranlıkla izliyor. Bir kafenin salonunda bütün çağlar birbirine karışıyor.
“Hanımefendi, kahveniz.” Ses kulağıma değdiğinde, zaman yeniden çözülüyor. Başımıçeviriyorum. Siparişim, kafenin ruhunu taşıyan kibar bir garson tarafından getirilmiş. Kahvem masaya bırakılıyor. Trastevere’de başlayan zaman yolculuğum Greco’nun kapıları ardında sürüyor. Greco’nun garsonu bile bir ritüelin parçası gibi, bu kadim kafenin ruhunu taşıyor.
Bu olağan aslında. Çünkü Greco’nun felsefesi hiç değişmedi. 1760’ta, Yunan asıllı NicolaDella Maddalena tarafından kurulduğundan beri, Caffè Greco edebiyatın, sanatın ve düşüncenin mabedi oldu. Fransız denemeci George Steiner, “Avrupa onun kafeleridir” demişti. Paris’ten Viyana’ya, Lizbon’dan Roma’ya kadar kafeler, sanatçıların kavşak noktası; fikirlerin, tartışmaların, aydınlanmanın mekânlarıydı. Caffè Greco da bu zincirin en değerli halkalarından biri oldu.
Bugün hâlâ Roma’nın entelektüel sembollerinden biri. Ressam Guttuso’nun Madrid’de sergilenen tablosunda ölümsüzleşen bu kafe, sayısız şiire, sayfaya, hatırata konu oldu. Yazarlar, filozoflar, ressamlar, besteciler, prensesler, kardinaller… Hepsi Greco’nunmüdavimiydi. Savaş yıllarında muhaliflerin ve düşünürlerin sığınağı oldu. Savaşlar gördü, işgaller yaşadı. Fincanların boyutu küçüldü, ama ruhu küçülmedi. Aynı lezzet, aynı zarafet, aynı direniş… Kimi zaman muhaliflerin sığınağı, kimi zaman şairlerin ilham perisi oldu.
Bugün hâlâ edebî tartışmalara, kültürel buluşmalara ev sahipliği yapıyor. Hatta her ayın ilk Çarşambası, “Romanistler Grubu” Omnibus salonunda toplanıyor; Omnibus salonunda fısıldanan düşünceler, Roma’nın taşlarına yeniden kazınıyor. Roma’ya sevdalı akademisyenlerin, entelektüellerin sohbetlerine kulak verebilirsiniz.
İki buçuk yüzyılı aşan bir süre boyunca Caffè Greco, kalitesinden asla ödün vermedi. Savaşlarda bile lezzeti korumak için fincan boyutunu küçülttü ama ruhunu hiç küçültmedi. Her daim, her yudumda aynı tat, aynı özen…
Ve şimdi size düşen, kendinize bir armağan vermek: Tüketimin hızına kapılmak yerine, bir fincan kahvede saklı o eşsiz kaliteyi tatmak. Arada sırada da olsa, adı Caffè Greco olsun…












