Kasım ayının sararmış yaprakları üzerinde yükselen yeni umutlar…

İtalya’da Kasım ayı, Ekim’in son günlerinde başlayan antik dönemlere uzanan festivallerin ruhunu yansıtır. 31 Ekim’den 2 Kasım’a uzanan Azizler Günü ve Ölüler Günü’nde aileler mezarlıkları krizantem çiçekleriyle donatır; ossa dei morti veya pane dei morti gibi geleneksel tatlılar hazırlanır. Sonsuzluğa uğurlanan sevdikleri için evlerde şaraplar, kestaneler, peynirler ve daha birçok yiyecek ahşap uzun veya yuvarlak masaların üzerine bırakılır. Fotoğrafların sıralandığı etejerler üzerinde uzun mumlar yakılır; notlar yazılır; dışarıda ise o gün dirildiklerini düşündükleri ziyaretçilerinin yollarını bulabilmeleri için ardı ardına dizilen mumlarla ışıklı yollar oluşturulur.

Kasım aynı zamanda kestane demektir; tepelerde, dağ köylerinde ve hatta şehirlerde ilk şömineler yanmaya başlar. Son yapraklar da dökülür. Caddeler sararan yapraklarla, sokaklar kavrulan kestanelerin kokusuyla dolar. Yeni şarabın zamanı gelmiştir. Po Vadisi’ni usulca örten sisin içinde 11 Kasım’da kutlanan San Martino çok önemli bir gündür. İtalyanların söylediği gibi: “San Martino’da her şıra şaraba dönüşür.” Ve bölgeye özgü yiyeceklerle paylaşımı, yardımı ve vicdanı ifade eden bu gün coşkuyla kutlanır.

Kasım düşüncelerin de olgunlaştığı aydır. Doğanın sessizliğe çekildiği bu dönemde insanlık tarihinin sesleri daha gür duyulur; sanatın, edebiyatın, felsefenin ve bilimin ışığı zihnimizi aydınlatır. Dünyanın dört bir yanından, yüzyıllara iz bırakmış yıldız isimler düşüncelerinin sıcaklığıyla soğuyan havayı ısıtır. Caravaggio’nun ışıkla, gölgeyi, ışıkla karanlığı buluşturan tabloları;  Leonardo da Vinci’nin halen öncü konumundaki dahi düşünceleri, eserleri; PierPaolo Pasolini’nin şiirleri, Marie Curie’nin karanlığa meydan okuyan bilim tutkusu; hepsi Kasım’ın anlamını derinleştirir. Bu ay, yaprakların suskunluğunda kültürün, tarihin ve sanatın sesine kulak verme zamanıdır.

Evet, Kasım melankoliktir; ama aynı zamanda samimi, düşünce ve verimlidir. İtalyanlar ona çoğunlukla gri ay “grigi mese” derler. Ama işte tam da bu grilikte, yaklaşan Noel’in sıcaklığına hazırlanırız. Haydi hep birlikte yüreğimizi ısıtan bir fincan sıcak kahve ve kestane eşliğinde Kasım ayının düşünceli, umutlu ve paylaşımlı derinliğinden Noel’in sıcaklığına doğru bir yolculuk yapalım…

Ayfer Selamoğlu

Bu sayımızda;

Roma İmparatorluğu’nun İzleri: İznik

Ayın olayı: Papa 14. Leo’nun Türkiye  ziyareti

Şehrin Yıldızları: Bernini

Sanat eserleri ve Şifreli Hikayeleri: Erminli Kadın: Gizli Bir Aşk Hikayesi

Ayın Festivali: San Martino

İtalya’nın Köyleri: Tiber Vadisi’nin Saklı Mücevheri: Bassano in Teverina

İtalyan olmak: Biz İtalyanlar San Martino Gününde Kaz Yeriz. Ama Neden?

İtalyan Masası: San Martino Kazı

Roma İmparatorluğu’nun İzleri

İznik: Roma İmparatorluğu’nun Anadolu’daki Sessiz Tanığı

Marmara Bölgesi’nde, Bursa’nın sakin ve tarih kokan ilçesi İznik… Antik çağlarda “Nicaea” adıyla bilinen bu kent, Roma İmparatorluğu’nun Anadolu’daki en önemli siyasi, dini ve kültürel merkezlerinden biriydi. Bugün İznik sokaklarında adımlarken, yalnızca taşlara değil, binlerce yıl öncesine, medeniyetlerin sessiz fısıltılarına basarsınız.

M.Ö. 4. yüzyılda Büyük İskender’in generallerinden Antigonos Monophthalmos tarafından Antigoneia adıyla kurulan kent, daha sonra I. Lysimakhos’un hakimiyetine girmiş ve ölen karısı Nikaia’nın anısına “Nicaea” olarak yeniden adlandırılmıştır. Roma döneminde hızla büyüyen Nicaea, M.S. 1. yüzyıldan itibaren Anadolu’nun en gözde kentlerinden biri haline gelmiştir.

Roma’nın şehircilik anlayışıyla dört kapı ve bu kapıları birbirine bağlayan kusursuz caddeler üzerine inşa edilen Nicaea, adeta bir mühendislik şaheseriydi. Kare planlı kent dokusu, simetriye olan güçlü inancı yansıtıyor; işlevsellik ile estetiğin mükemmel birlikteliğini gözler önüne seriyordu. Bugün bile İznik’in sokaklarında yürürken bu geometrik düzenin izlerini hissetmek mümkündür.

İnanç ve Tarihin Kesiştiği Yer: Birinci İznik Konsili

İznik’i dünya tarihinin merkezine taşıyan en çarpıcı olay, şüphesiz M.S. 325 yılında toplanan Birinci İznik Konsili’dir. Roma İmparatoru Konstantin’in himayesinde gerçekleştirilen bu büyük toplantı, Hristiyanlık inancını sistemleştiren ve “İznik İnanç Bildirgesi”ni ortaya çıkaran tarihi bir dönüm noktasıdır. Böylece İznik, sadece siyasi ya da askeri değil, aynı zamanda dini bir merkez kimliği kazanmıştır.

İznik Gölü kıyısında yer alan, daha önce muhtemelen tanrı Apollo’ya adanmış bir tapınağın üzerine inşa edilen erken dönem kilise, bu görkemli toplantıya ev sahipliği yapmıştı. Ardından Konstantin’in saray bazilikası, konsilin resmi mekanı olarak kullanılmıştır. 4. yüzyılın sonunda ahşap kilisenin yerine tuğladan inşa edilen bazilikanın kalıntıları, bugün göl sularının altında halen görülebilmektedir.

Taşlarda Saklı Estetik: İznik’in Roma Mirası

İznik surları, kentin çevresini yaklaşık 5 kilometre boyunca saran görkemli bir mühendislik ve sanat ürünü. Yalnızca savunma amaçlı değil, kent kimliğini yücelten prestij yapıları olarak tasarlanmışlardır. Üzerlerindeki kabartmalar ve yazıtlar, Roma’nın “güç estetiği” anlayışının canlı bir yansımasıdır. Özellikle Lefke Kapı, taşın dile geldiği, tarihin kabartmalara dönüştüğü büyülü bir geçittir.

M.S. 2. yüzyılda inşa edilen Roma Tiyatrosu ise sadece bir eğlence mekânı değil; toplumsal yaşamın sahnesi, sanatın taşla buluştuğu bir anıttır. 15.000 kişilik kapasitesiyle Roma’nın mimari kudretini yansıtan tiyatroda, taş blokların uyumu, sütun başlıklarının zarafeti ve sahne binasının ihtişamı, dönemin mühendislik dehasıyla estetik duyarlılığını bir araya getirir.

Mozaiklerde Saklı Dua: Ayasofya’nın Sessiz Mesajları

Birinci İznik Konsili’ne ev sahipliği yapan Ayasofya Orhan Camii, yalnızca mimari bir yapı değil, inançla sanatın kesiştiği kutsal bir zemindir. Yapının içindeki mozaik döşemeler; geometrik desenler, bitkisel motifler ve sembolik figürlerle bezeli görsel bir dua niteliğindedir. Renkli taşlar, sadece süs değil, her biri anlam yüklü teolojik birer ifadeye dönüşmüştür.

Sanat ve Ölümün Estetik Buluşması: Lahitler ve Hypoge

İznik çevresinde bulunan Roma lahitleri, ölümün sessizliğini sanatsal bir anlatıya dönüştürür. Mermer üzerine işlenen Medusa başları, Herkül figürleri, defne dalları ve mitolojik sahneler yalnızca süsleme değil; ölen kişinin kimliğini, statüsünü ve inancını anlatan görsel hikâyelerdir. Her lahit, mermerden bir hafıza, taşa işlenmiş bir hayat öyküsüdür.

İznik’te ender rastlanan Hypoge (yeraltı mezar odası) ise Hristiyanlığın Roma yapılarıyla kaynaştığı geç döneme ait eşsiz bir örnektir. Duvarlarındaki freskler, erken Hristiyan ikonografisinin hem sembolik hem spiritüel anlatım dilini yansıtır. Bu mekân, sanatın artık sadece süs değil, korunma, hatırlama ve kutsallık yaratma aracı olduğunu gösterir.

Müzede Saklı Zaman

İznik Müzesi’nde yer alan heykel başları, kabartmalar, sütunlar ve figüratif taş eserler, Roma’nın yalnızca askeri ya da siyasi değil; aynı zamanda estetik bir uygarlık olduğunu kanıtlar. Portre heykellerdeki gerçekçilik, ağırlık ve denge hesaplarındaki titizlik, sanatın ve mühendisliğin birbirine nasıl kol verdiğini gösterir.

İznik’te Roma, yalnızca surlarda, tiyatrolarda ya da lahitlerde değil; rüzgarın taşıdığı hafızada, taşların sessizliğinde ve göl suyunun derinliğinde yaşamaya devam eder. Roma, İznik’e yalnızca taş ve yapı bırakmadı; bir medeniyetin sanatla yoğrulmuş ruhunu emanet etti.

Papa XIV. Leo’nun İznik Ziyareti: Köprülerin Buluştuğu Yer

2025 yılı, Hristiyan dünyası için eşine az rastlanır bir zaman dilimine işaret ediyor. Katolik Kilisesi’nin kutsal ilan ettiği Jübile yılı ile İznik Konsili’nin 1700. yıldönümü aynı tarihte buluşuyor. Bu anlamlı kesişim, Papa XIV. Leo’nun İznik’e yapacağı hac ziyaretiyle tarih ve teolojinin kapılarını yeniden aralıyor.

Kasım 2025, Türkiye sınırları içindeki küçük bir kasabanın dünya gündemine oturduğu tarihe dönüştü Katolik dünyasının yeni lideri Papa XIV. Leo, “Speranza – Umut” temalı Jübile yılı kapsamında 27–30 Kasım tarihlerinde İznik’e bir hac ziyaretinde bulunacak. Bu ziyaret, yalnızca diplomatik bir temas değil, aynı zamanda Hristiyanlığın teolojik hafızasını şekillendiren İznik Konsili’ne sembolik bir dönüş niteliği taşıyor.

Papa’nın Türkiye ziyaretine özel hazırlanan logoda, Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan Çanakkale Köprüsü merkezde yer alıyor. Köprü, Mesih’in Tanrı ile insanlık arasındaki birleştirici rolünü simgeliyor. Köprünün altındaki dalga motifleri hem vaftiz sularını hem de İznik Gölü’nü çağrıştırıyor. Sağda 2025 Jübile Haçı, sol üstte ise Kutsal Üçlü’yü temsil eden iç içe geçmiş halkalar bulunuyor. Aziz Pavlus’un Efesliler’e mektubundan alınan “Tek Rab, tek iman, tek vaftiz” (Efesliler 4:5) mottosu, bu görsel unsurlarla birlikte Doğu ile Batı, inanç ile tarih, insan ile Tanrı arasında kurulan köprüyü simgeliyor.

Vatikan Basın Bürosu bu anlamı şöyle özetliyor:

“Daire Tanrı’nın birliğini; köprü, halkları birleştiren tek imanı; dalgalar ise Tanrı’nın çocuklarına yeni bir hayat veren vaftizi simgeler. Bu, Doğu ile Batı arasında kardeşlik ve diyalog kurmaya davettir.”

İznik’in Tarihteki Yeri: Bir Şehirden Fazlası

Bugün sessiz ve sakin görünen İznik, 4. yüzyılda hem imparatorluk siyaseti hem de inanç tartışmalarının tam merkezindeydi. Roma İmparatoru Konstantin, 313 yılında Milano Fermanı ile Hristiyanlara özgürlük tanımış, bu adım Hristiyanlığın kurumsallaşmasının önünü açmıştı.

Ancak kısa süre içinde, İskenderiye’den yükselen güçlü bir teolojik tartışma, kilisenin birlik fikrini tehdit eder hale geldi.

Tartışmanın iki tarafında Piskopos Alexander ve papaz Arius vardı. Sorunun özü, İsa’nın sadece bir insan mı yoksa özü Tanrı ile aynı olan ebedi ve ilahi varlık mı olduğuydu. Bu tartışma kısa sürede yalnızca teoloji olmaktan çıkmış, imparatorluğun birliğini tehdit eden bir kriz haline gelmişti.

Konstantin, bu çalkantıyı sonlandırmak için radikal bir adım attı: Tüm imparatorluk topraklarından piskoposları toplantıya çağırdı. Böylece, Roma’nın Bitinya eyaletinde, yani bugünkü İznik’te tarihin ilk ekümenik (evrensel) konsili toplandı.

325 İznik Konsili: İnancın Yazıya Döküldüğü Günler

20 Mayıs 325’te İznik’te bir araya gelen yaklaşık 300 piskopos, Hristiyan inancının özünü tanımlamaya çalıştı. Bu toplantıda;

“Baba, Oğul ve Kutsal Ruh” üçlemesi ilk kez resmen kabul edildi, Arius’un “İsa yalnızca bir insandır” görüşü sapkın ilan edildi, Kilise ile devlet arasındaki birlik siyasi ve dini bir mutabakatla güçlendirildi, Ve Hristiyanlığın temel metinlerinden biri olan İznik İnanç Bildirgesi ortaya çıktı.

381 yılında Konstantinopolis’te genişletilen bu metin, bugün hala milyonlarca Hristiyan tarafından her hafta ibadetlerde tekrar edilen evrensel bir inanç ifadesine dönüştü.

1054 Ayrılığı ve Yeniden Kardeşliğe Açılan Kapı

İznik Konsili, Hristiyanlığı bölünmekten korumayı amaçlamıştı. Ancak 1054 yılında Doğu (Ortodoks) ve Batı (Katolik) kiliseleri arasındaki büyük kopuş gerçekleşti. Bu ayrılık, yalnızca teolojik değil, siyasi, kültürel ve coğrafi bir fay hattına dönüştü.

Bu büyük kopuşu simgesel olarak sona erdiren adım, 1964 yılında Kudüs’te atıldı. Katolik lider VI. Paul ve İstanbul Patrikhanesi’nin başı I. Athenagoras, karşılıklı aforozları kaldırarak yeni bir diyalog dönemi başlattılar. Ardından gelen papalar Türkiye’ye yaptıkları ziyaretlerle bu bağı güçlendirmeye devam ettiler.

1967 – Papa VI. Paul (Türkiye’yi ziyaret eden ilk papa)

1979 – Papa II. Jean Paul

2006 – Papa XVI. Benedikt

2014 – Papa Francesco

Papa XIV. Leo ise bu zincirin beşinci halkası olarak İznik’e geliyor ve bu kez yolculuğun hedefi yalnızca ziyaret değil, hafızanın hatırlanması.

Bir Ziyaretten Fazlası: İznik’te Yeniden Kurulan Köprü

Papa XIV. Leo’nun İznik yolculuğu, bir anlamda tarihin kendi yerine dönmesi. 1700 yıl önce kilisenin evrensel kimliğinin temellerinin atıldığı şehir, bugün kardeşlik, diyaloq ve umut temasının yeniden yankılandığı bir buluşma noktası olacak.

İznik, bugün sadece antik bir şehir değil; İnancın teolojiye dönüştüğü yer, kilise ile devletin kader ortaklığı kurduğu yer, Doğu ile Batı’nın kesiştiği yer olarak dünyadaki önemini korumaktadır. Ve belki de bu yıl, İznik aynı zamanda geleceğin de konuşulduğu yer olacak.

2025’te İznik’te gerçekleşecek bu buluşma, yalnızca geçmişi hatırlamak değil, inançlar arası köprülerin yeniden kurulmasına da davet niteliği taşıyor. İznik, 1700 yıl öncesiyle bugün arasında görünmeyen bir köprü kurarak insanlığa şu soruyu yeniden soruyor: Bir inanç, bir şehir ve bir tarihin ışığında yeniden birlikte yürüyebilir miyiz?

Şehrin Yıldızları: Bernini

Roma ve Bernini… Birbirini tamamlayan iki isim: Biri bir şehir, diğeri bir adam değil; biri ruh, diğeri o ruha can veren bir nefes gibi. Papa VIII. Urban’ın Bernini’ye söylediği o meşhur söz şehrin taş duvarlarında yankılanır:

“Sen Roma için yaratıldın. Roma da senin için…”

Coşkunun, tutkunun ve dehanın mermerle buluşarak ete kemiğe büründüğü bir şehir düşleyin. Bernini, işte o düşü Roma’nın üzerine bir dantel gibi işledi. Roma sokaklarında her adımda karşılaştığımız heykeller, çeşmeler, meydanlar yalnızca taş değil; duygular, hikayeler, nefeslerdir. O taşlara ruh üfleyen, onları korkudan titretip aşkla savuran, gözyaşıyla yıkayan, dualarla ışığa boğan virtiöz—Giovanni Lorenzo Bernini.

Roma’daki eserlerin neredeyse yüzde yetmişi onun imzasını taşır. O yalnızca bir heykeltıraş değildi; bir ressam, bir mimar, bir şair, bir oyun yazarıydı. Dönemin çok yönlü dehasıydı; çalışkandı, sezgileri keskin, zekası söz dinlemez, tutkusu yorulmazdı.

Bernini’nin elleri, mermeri sadece yontmaz; onlarla yarışır, onları kışkırtır, onlara hareketi, korkuyu, aşkı, hatta zamanı öğretirdi. Dokunduğu taşlar canlanırdı sanki: Kaçışan saç telleri, gerilen kaslar, savrulan etekler, açılmış dudaklar, ürperen tenler… Mermer ağlar, ürker, koşar, savrulur, nefes alırdı. O mermer ki Bernini elinde yalnızca taş değil; düşünce, duygu, hikâye, hatta bir an olurdu… Anın heykeltıraşıydı Bernini.

Her ne kadar Barok dönemin en parlak yıldızı kabul edilse de, odağında Rönesans’ın aklı, zarafeti ve hümanist bakışı vardı. 1598’de Napoli’de, 12 çocuklu bir ailede doğan Bernini, heykeltıraş babası Pietro’nun atölyesinde mermerle tanıştı. Çocuk yaşta Roma’nın yollarına düştü; sekiz yaşındayken Papa’nın huzuruna çıkıp, “Ben resim yapmıyorum, hayatı resmediyorum,” dediğinde Papa onun “geleceğin Michelangelo’su” olduğunu ilan etti. Böylece Bernini’nin adı artık yalnızca bir çocuk değil, kilisenin koruması altına alınmış bir dahi olarak Roma sokaklarında fısıldanıyordu.

Yirmili yaşlarında sanat çevrelerinin kalbindeydi; Cavaliere di Cristo nişanına layık görülmüş, San Luca Akademisi’ne seçilmiş, kardeşi Luigi ile Fabbrica di San Pietro’nun başına getirilmişti. Ömrü boyunca sekiz papa için çalıştı, ama en çok Roma için yaşadı.

Apollo ve Daphne… Belki de mermerin ilk kez nefes aldığı andır. Antik bir hikaye, aşkın umut değil hüzün olduğu yerde filizlenir. Apollo’nun yakıcı aşkından kaçan Daphne, tanrılara sığınır ve tam yakalanacağı anda ince kolları kabuğa, saçları yaprağa, ayakları köke dönüşür. Bernini, dönüşümün tam o anını yakalar. Mermer titrer. Aşk ile kaçış, arzu ile korku, mit ile gerçek tam o anda birleşir.

Azize Teresa’nın Vecdi, ruhun bedeni aştığı o ince çizginin mermerde yeniden doğduğu andır. Santa Maria della Vittoria’da altın ışıkların altında, Teresa’nın yüzündeki o kutsal sarsıntı, yalnızca dini bir vecd değil, insan ruhunun en derin titreşimidir. Bernini, mermeri yalnızca canlandırmaz; insanın iç dünyasını görünür kılar.

Fontana dei Quattro Fiumi… Dört Nehir Çeşmesi, Roma’nın meydanını yalnızca süslemez; dünyanın dört köşesinden dört büyük nehri konuşturur: Ganj sabırla, Nil gizemle, Tuna vakar ile, Rio de la Plata korkuyla konuşur. Bernini, suyla taş, tarih ile hayal gücü arasında eşsiz bir diyalog kurar.

Tekne Çeşmesi (Fontana della Barcaccia), Tritone Çeşmesi, Arı Çeşmesi, Fil ve Dikilitaş, Roma’nın yalnızca sokaklarında değil, hafızasında da yaşar. Dalgaların savurduğu kayık, dualar taşıyan istiridye kabuğu, bilgelik yüklenen fil, hep Bernini’nin taşla kurduğu dostluğun hikâyesidir.

Ve Aziz Petrus Meydanı… Belki de Bernini’nin Roma’ya bıraktığı en büyük armağan. Meydanı kollarını iki yana açmış bir anne gibi tasarlar; dört sütun dizisiyle bir rahmet çemberi çizilir. Kilise, Roma halkını yalnızca selamlamaz, bağrına basar.

Bernini, Roma’nın yalnızca sanatçısı değildi; nefesiydi. Roma’yı bir açık hava galerisine dönüştürdü. Taşa ruh, çeşmeye ses, meydana kucak, mermerin damarlarına hayat verdi.

Ve bugün Roma’yı gezenler…

Bir heykeli görünce yalnızca durmaz; dinler.

Bir çeşmeye bakınca yalnızca gülümsemez; düşünür.

Bir meydandan geçince yalnızca yürümez; hisseder.

Çünkü Bernini hala Roma’da yürür, yaşar.

Taşın nabzında, suyun sesinde, gölgenin düşüşünde.

 

Sanat eserleri ve Şifreli Hikayeleri

Erminli Kadın: Gizli Bir Aşk Hikayesi

Takvimler 1473 yılının ilk aylarını gösterdiğinde Milano’da güzeller güzeli bir kız dünyaya geliyordu: Cecilia Galleran. Babası Fazio, Siena aristokrasisinden gelen bir göçmendi. Dedesi Sigerio Gallerani, karşıt partiyi desteklemesi yüzünden sıkıntılar yaşayan ve sonunda vatanı Siena’yı terk etmek zorunda kalan bir muhalifti. Siena’nın aksine Milano’nun soyluları arasında yer almıyorlardı. Cecilia’nın annesi Margherita Busti’nin babası hukuk doktoruydu. Cecilia, annesi babası ve biri kız, yedi kardeşiyle San Simpliciano Bazilikası’nın cemaatinde yaşıyordu.

Ama şansları yaver gidiyor babası İtalyan Sarayı’nın güçlü bir üyesi oluyordu. FazioGallerani önce Floransa’da sonra Lucca’da Milano Büyükelçisi olarak görev yaptı. Kendisini her türlü vergiden muaf tutacak kadar Milano Dükü Francesco Sforza’ya yakındı.

5 Aralık 1480 yılında babası öldüğünde Cecilia henüz yedi yaşındaydı. İki yıl sonra annesi Cecilia’yı Govanni Stefano Visconti ile nişanlandırdı. O dönemde erken yaşta nişanlanmak, özellikle manastır hayatından kurtulmak isteyen genç kızlar için sıradan bir gelenekti. Anlaşmaya göre, Cecilia 12 yaşına geldiğinde Visconti ile evlenecekti. Ancak bu evlilik asla gerçekleşmedi. Bunun nedeni, hiç kuşkusuz Milano Dükü Ludovico Sforza, yani namıdiğerMoro idi. Nihayet bu nişan, 1487 yılında resmen feshedildi.

1452 doğumlu Ludovico Sforza, Milano Dükü Francesco Sforza’nın oğluydu. Koyu teni, siyah gözleri ve saçları nedeniyle Moro (esmer) lakabıyla anılıyordu. Edebiyata düşkün, av meraklısı ve asker ruhlu bir kişiliğe sahipti. Cecilia’nın babasının ölüm yılı olan 1480’de Milano Dükü olmuştu. Babası sayesinde Cecilia’yı tanıyan Ludovico, ona büyük bir hayranlık duyuyordu. Cecilia yalnızca güzel değil, aynı zamanda iyi eğitimliydi. Annesinin desteğiyle sanat, şiir ve edebiyata ilgi duymuştu.

Cecilia ile Moro’nun ilk kez ne zaman görüştüğü bilinmese de 1489 yılı aşklarının belgelenmeye başladığı dönemdir. Örneğin o yılın Haziran ayında Cecilia’nın kardeşi, Taverna ailesinden bir üyeyi öldürünce, Dük arabulucu olarak devreye girer ve tercihini Gallerani ailesinden yana kullanır. Yine aynı yıl düzenlenen bir dilekçede, henüz 16 yaşındaki Cecilia’nın artık baba evinde değil, adresi belirtilmeyen bağımsız bir evde yaşadığı yazılıdır. Bu evin, Milano Dükü ile paylaşılan bir aşk yuvası olduğu kuvvetle muhtemeldir.

Cecilia artık her yerde Dük’ün yanındadır; onun iyiliği için çalışır, onunla birlikte görünür. Fakat bir sorun vardır: Milano Dükü, Ferrara Dükü’nün kızı Beatrice d’Este ile nişanlıdır. Beatrice artık evlilik çağına gelmiştir ve babası düğün için baskı yapmaktadır. Rivayete göre Moro, düğünü Cecilia uğruna üç kez ertelemiştir. Ancak sonunda döneminin siyasi dengeleri ağır basar ve düğün 15 Ocak 1490’da gerçekleşir. Moro, gönlü kırılan soylu eşi Beatrice’yiözel hazırlattığı mücevherlerle teskin eder.

Milano Dükü bu evlilikle politik bir adım atmıştı, fakat kalbi hala “Bir çiçek kadar güzel” dediği hamile sevgilisi Cecilia Gallerani’deydi. Öyle ki, Dük’ün Beatrice’den boşanacağı dedikoduları kayınpederi Ferrara Dükü’nün kulağına kadar gitmiş, onu öfke nöbetlerine sürüklemişti. Cecilia’nın hamileliğinin ileri dönemlerinde Beatrice, kocasına baskı yaparak ilişkisini bitirmesini istedi. Moro, güçlü ve soylu eşini tercih etti ve gayrimeşru ilişkiye son vereceğine söz verdi. Oğlu Cesare’nin 3 Mayıs 1491’de doğumundan kısa bir süre sonra, Cecilia’yı ortak konuttan uzaklaştırarak başka bir şehre yerleştirdi.

Sforza, dönemin en ünlü sanatçısı Leonardo da Vinci’ye Cecilia’nın bir portresini yaptırdı. Resimlerine gizli anlamlar yerleştirmesiyle bilinen Leonardo, tıpkı “Mona Lisa” ve “Son Akşam Yemeği” tablolarında olduğu gibi, “Erminli Kadın” portresine de sembolik şifreler saklamıştı. Usta ressam, Cecilia’nın yalnızca güzelliğini değil, hikayesini de fırçasına taşıdı.

Usta, tabloya zekice eklediği detaylarla portredeki kadının İtalyan Rönesans’ının en önemli siyaset adamlarından Milano Dükü Ludovico Sforza’nın metresi olduğu mesajını vermiş olabilir miydi? Büyük usta, portrede dönemin modasına göre tıraşlanmış kaşlar, saç stili, kaliteli kumaştan elbiseler ve takılarla kadının aristokrat bir aileden geldiğini ve varlık içinde yaşadığını vurguluyor. Genç kadının saçını dönemde “Coazone” olarak adlandırılan şekilde çiziyor. İki yana ayrılıp çenede birleştirilen saçları arkada uzunca bir örgü ile sonlandırıyor. Başına sarılı ince bir tülbendi, alnından geçen altın rengi ve siyah bantlarla sabitliyor. Kadının gergin dudakları, çelişkili tebessümü ve bakışları mutsuzluğunu gösteriyor. Kucağında hem saflığı hem asilliği hem de Dük’ün aile sembolünü simgeleyen beyaz bir kakım-ermin taşıyor. Bu dönemde soylular erminleri evcil hayvan olarak besliyorlardı. Vinci bu hayvanı hem soyluluk sembolü hem de Cecilia’nın saflığına atfen kullanmış olmalı. Muhtemelen Dük’üonore etmek için normalden büyük çizdiği erminin duruşu ile kadının pozisyonu uyumlu. Ermin, onu okşayan kadına karşı sevecen, ancak kalkmış pençesiyle baktıkları yönde bulunduğu varsayılan ikinci kişiye karşı tehditkâr mesaj veriyor. Kadının bebek taşır gibi tuttuğu Ermin’in boynundaki iki nokta hamilelik işareti olabilir mi? Ya da gizli şifresine yer açmak için mi kadının ellerini abartılı büyüklükte çizdi? El üzerindeki kahverengi lekeye iliştirilen harfler ne anlama geliyor? Bunlar hala gizemi çözülmemiş işaretler… Tablonun en önemli özelliklerinden biri de kadının “Serpentine” duruşudur. Bu pozisyonda, model ne tabloyu izleyene ne de ressama direkt olarak döner. Onun yerine sanki biri seslenmiş, o da sesin geldiği yöne bakmış ve o an resmedilmiş gibidir. Portrede Cecilia sol tarafa doğru bir şey görmüş gibi bakmaktadır. Gördüğü kendisini terk edip karısı Beatrice ile yaşayan soylu ve güçlü büyük aşkı Dük Sforza olabilir mi?

KÜNYE

Sanatçı: Leonardo da Vinci

Tarih: 1489-1490

Bulunduğu yer: Polonya, Krakow –  Czartoryski Müzesi

Ayın Festivali: San Martino

San Martino Festivali: Pelerinin Yarısı, Sıcaklığın Tamamı

Efsaneye göre, Romalı bir subayın oğlu olan Martin von Tours, soğuk ve keskin bir kış gecesinde titreyerek yardım dileyen yoksul bir adamla karşılaşır. Genç Martin, üzerinde taşıdığı ince yün pelerinini kılıcıyla ikiye ayırır ve yarısını üşüyen adama verir. O an gökyüzü kararmaz; aksine hava yumuşar, güneş bulutların arasından gülümser. Gecenin ilerleyen saatlerinde rüyasında Hz. İsa’yı görür. Martin’in pelerinin aynısı Hz. İsa’nın üzerindedir. Martin’e şefkatin kutsallığını müjdeler. Böylece bir parça kumaş, yalnızca üşüyen bir bedeni değil, insanlığın vicdanını da ısıtır.

MS 4. yüzyılda, Pannonia’nın Sabaria kentinde (bugünkü Macaristan) doğan Martin, babası gibi Roma İmparatorluk Ordusu’na katılır. Ancak savaş meydanlarında değil, yoksul köylerde, manastırların sessiz koridorlarında kendi yolunu bulur. Askerliği bırakır, Hristiyanlığı seçer, keşiş olur ve sonrasında Tours Piskoposu olarak hizmet verir. 8 Kasım 397’de hayata veda eder; anısına düzenlenen ayin bayramı üç gün sonra, 11 Kasım’da kutlanır. Bir zamanlar pelerinin yarısını paylaşan o genç asker, artık sevgi, merhamet ve cömertliğin simgesi bir azizdir.

Pieter Breughel il Vecchio: Festa di San Martino (1565-1568), Museo del Prado di Madrid

Aziz Martin Yazı: Mevsimlerin ve Ruhun Eşiğinde

Avrupa’da 11 Kasım, yalnızca takvimdeki bir gün değildir. Sonbaharın solgun sarısıyla kışın ilk nefesinin buluştuğu eşikte, hem ruhsal hem mevsimsel bir geçidin kapısıdır. Mevsimlerin bu beklenmedik yumuşaklığına “Aziz Martin Yazı” denir; doğanın insana armağan ettiği kısa ama sıcak bir moladır. Tıpkı Martin’in pelerinin yarısıyla sunduğu sıcaklık gibi.

Kırsal yaşamda bu tarih, tarım yılının bitimini simgeler. Yeni şarabın ilk kez tadıldığı, tarlalarda emeğin son bulduğu, hikayelerin ateş başında anlatılırken şenlik ateşlerinin göğe yükseldiği gündür. “Aziz Martin Günü’nde her şey şaraba dönüşür” sözü de bu üretkenliğin, paylaşımın ve bereketin hatırasıdır. Bu bayram, toprağın meyveleriyle birlikte insanın da içsel bereketini kutladığı bir köylü yeni yılıdır.

Aziz Martin figürü; dayanışmayı, yardımlaşmayı, savunmasızlara gösterilen şefkati ve ruhsal uyanışı temsil eder. Doğanın uykuya hazırlanırken insanın içsel sıcaklığını ve topluluk bilincini aradığı zamandır.

Çünkü Tourslu Martin (316-397) herkesin koruyucu azizidir: hayırseverlikleriyle dilencilerin; peleriniyle terzilerin; kılıcının asılı olduğu kemeriyle tabakçıların ve deri işçilerinin koruyucu azizidir. Suyu şaraba dönüştürdüğü için hancıların, testicilerin, içki içenlerin ve ayyaşların koruyucu azizidir. Şarap üreticilerinin, üzüm toplayıcılarının ve şarap garsonlarının koruyucu azizidir çünkü onun bayram gününde yeni şarap içilir. Boynuzlu hayvanlar (inekler, öküzler, boğalar ve koçlar) için en önemli panayır San Martino’da düzenlenirdi ve bu nedenle popüler hayal gücü, bazı atasözlerinin hatırlattığı gibi, San Martino’yu ironik bir şekilde ihanete uğramış kocaların koruyucu azizi olarak da tanıttı

İtalya’da San Martino: Şarap, Ateş ve Gelenek

İtalya’da San Martino, her bölgede kendine özgü renklerle kutlansa da her kutlamanın ortak dili aynıdır: sıcaklık, bereket, neşe ve anıların kokusu… Kırsalda, arınmayı ve geçişi simgeleyen büyük şenlik ateşleri yakılır. Masalarda yeni şarapların yanında kestaneler çıtırlar; Veneto’da frittelle di San Martino, Toskana’da cavallucci yerini alır. Venedik sokaklarında çocuklar çömlek ve kepçe sesleri eşliğinde tekerlemeler söyleyip kapı kapı dolaşır; Alto Adige’de ise festival, sonbahar panayırlarının sonu ve Advent döneminin başlangıcıdır. Kaz eti özel bir yere sahiptir. Çünkü efsaneye göre Martin, piskoposluk görevini reddetmek için saklanmış, fakat ahırda gıdaklayarak ortalığı ayağa kaldıran kazlar onun yerini ele vermiştir. Bu yüzden, San Martino sofralarında kazın sesi hala yankılanır; bazen bir hatıra, bazen bir lezzet, bazen de bir efsane olarak.

San Martino Sofrası: Bir Tat ve Hafıza Haritası

İtalya’da San Martino’nun tadı da hikayesi kadar zengindir:

Friuli, Veneto, Lombardiya, Emilia-Romagna: Kaz, yeni şarap ve kestane eşliğinde ağırbaşlı ve bol sohbetli sofralar.

Alto Adige: Füme etler ve speck, dağ havasının içine işlemiş rustik tatlar.

Marche (Ascoli Piceno): Izgara domuz eti, yeni şarap ve kestane eşliğinde halk şenlikleri.

Abruzzo: Ceviz, kuru incir, bal ve içine saklanmış madeni para barındıran “pizza coiquattrini”.

Salento: Kızarmış hamurun şarapla buluştuğu meşhur pittule.

Sicilya: Rezene ve anasonla tatlandırılmış, tatlı Moscato şarabına batırılarak yenilen viscottuya da Sanmartinelli bisküvileri.

Sardinya: Beyaz kremayla kaplı, kıtır dokulu “papassinos” ile tatlı bir San Martino.

San Martino Hamuru: Venedik’in Renkli Hatırası

11 Kasım’ın belki de en şiirsel tatlısı Venedik’e aittir: At üzerinde Aziz Martin şekli verilerek hazırlanan, renkli şekerler, çikolatalar ve süslemelerle bezeli bir hamur tatlısı. Eskiden bu tatlı, ayva marmeladı (cotognata) ile yapılır, Martin figürünün yer aldığı madalyonlar evleri süslerdi. Bir tatlıdan çok daha fazlasıydı; bir hatıra, bir anlatı, bir çocukluk gülümsemesiydi.

San Martino’nun Mirası: Bir Pelerinin Yarısı, İnsanlığın Bütünü

San Martino Festivali, sadece bir dini bayram değil; doğayla insanın, ruhla topluluğun, bereketle paylaşmanın kesiştiği zamansız bir köprü. Soğuk bir günü, sıcak bir yüreğe dönüştüren bir pelerinin hikayesiyle başlayan bu yolculuk, bugün hala bir bardak taze şarapta, közde kızaran kestanenin kokusunda ve paylaşılan sofralarda yaşamaya devam ediyor.

11 Kasım, dün olduğu gibi bugün de, sıcaklığın, cömertliğin ve unutulmaz geleneklerin kutlandığı bir gün olarak hafızalarda yerini koruyor.

Efsaneye göre, Romalı bir subayın oğlu olan Martin von Tours, soğuk bir kış gecesi üşümekte olan yoksul bir adamla karşılaşmış. Genç adam ince yün pelerinini ikiye bölerek yarısını ısınması için soğuktan titreyen adama vermiş. O anda iklim değişmiş, havalar yumuşamış ve güneş doğmuş. Aynı gece, Hz. İsa rüyasında ona yarı yarıya pelerin giymiş halde görünmüş, yani hayırseverliğini kutsamış.

Martin, MS 4. yüzyılda Pannonia’daki (bugünkü Macaristan) Sabaria’da, bir Roma subayının oğlu olarak doğdu. Daha sonra o da babası gibi imparatorluk ordusuna katıldı. Askerlik hayatını bıraktıktan sonra Hristiyanlığa geçti, keşiş oldu ve ardından Tours Piskoposu olarak hizmet vermeye başladı. 8 Kasım 397’de hayatını kaybeden Martin Van Tours’un ayin bayramı üç gün sonra, 11 Kasım’da kutlanmış. Aziz olduktan sonra Tours şehrinin koruyucularından biri olarak kabul edilmiş.

11 Kasım’da, İtalya’da ve Avrupa’nın büyük bir bölümünde, Hristiyanlığın en sevilen figürlerinden biri olan Tourslu Aziz Martin kutlanır. İklimsel veya dini nedenlerle, sonbaharın zirvesi olmasına rağmen genellikle ılıman hava sıcaklıkları nedeniyle “Aziz Martin Yazı” olarak da bilinir. Yani hem dinsel hem mevsimsel geçiş hem de yüzyıllardır aktarılan kadim köylü geleneklerinin yaşandığı bir zamandır.

Aziz Martin figürü, dayanışmanın, savunmasızlara gösterilen özenin ve manevi yeniden doğuşun değerini temsil eder. Bu günün yılın sembolik bir zamanına denk gelmesi tesadüf değildir: doğanın dinlenmeye hazırlandığı ve insanlığın topluluk halinde bir araya geldiği kışmevsiminin başlangıcıdır. Kırsal dünyada 11 Kasım aynı zamanda tarım yılının sonunu da işaret ederdi: durum değerlendirmesi yapma, yeni şarap tatma ve tarlalardaki işlerin sonunu kutlama zamanıydı. “Aziz Martin Günü’nde her şey şaraba dönüşür” deme geleneği de buradan gelir.

11 Kasım, İtalya’daki popüler geleneklere göndermelerle dolu bir gün olmaya devam etmektedir. İtalya’da kutlama bölgeden bölgeye farklı nüanslar taşır, ancak nereye baksanız neşe ve sıcaklık bulursunuz.Bu gün boyunca geleneksel tatlılar yenir ve bir bakıma kaybolmuş kırsal dünyanın gelenek ve görenekleri hatırlanır, hatta bazen yeniden canlandırılır; ancak bu kutlamalar, en azından hafızalarda ve folklorda, onları canlı tutar. Bu tarih, tesadüfen değil, bir tür köylü Yeni Yılı’nı, toprağın meyvelerini ve bol miktarda iyi yiyeceği kutlar: Bu nedenle, üzüm hasadının sonu, yiyecekler ve yeni şarap içilerek kutlanırdı. Kırsal kesimde, arınma ve geçişin simgesi olan San Martino için şenlik ateşleri yakılır; kestaneler, yeni şaraplar ve Veneto’da “frittelle di San Martino” veya Toskana’da”cavallucci” gibi geleneksel tatlılar masalarda yerini alır. Venedik gibi bazı şehirlerde çocuklar çömlek ve kepçelerle sokaklarda dolaşarak, tatlı veya madeni para karşılığında tekerlemeler söylerken, Alto Adige’de kutlama sonbahar panayırlarının sonu ve çiftçilerin Advent sezonunun başlangıcına denk gelir.

Kaz, yarımada genelinde en popüler yemeklerden biridir ve Aziz Martin’e adanan günde kaz yeme geleneği çok eskilere dayanır. Yüzyıllar boyunca bu iki ayaklı hayvanın, domuz etiyle birlikte, kış aylarında yağ ve protein deposu olduğunu unutmamak önemlidir; çünkü çiftçiler çoğunlukla tahıl ve polenta tüketirdi. Ancak 11 Kasım kutlamalarını bu hayvanla ilişkilendiren bir efsane de vardır. Martin, Tours Piskoposu seçilmiştir ancak onun bunu reddettiği ve saklanmaya çalıştığı söylenir. Onu ortaya çıkaranlar ise kazların kendisidir: Çiftlik avlusunda koşuştururken çıkardıkları yüksek ses, köylüler tarafından keşfedilen din adamını görevi kabul etmeye zorlamıştır. Böylece önce piskopos, sonra da yoksullara gösterdiği nezaket nedeniyle aziz olmuştur.

San Martino’da insanlar ne yerler?

İtalyan mutfak geleneklerinde sıklıkla görüldüğü gibi, her bölgenin kendine özgü özellikleri vardır, hatta San Martino’nun bile. Ancak İtalya genelinde ortak payda şarap ve kestanenin birleşimidir.

Friuli, Veneto, Lombardiya ve Emilia-Romagna’da ana yemek kaz iken, Alto Adige’de speckve füme etler de servis edilir.

Marche bölgesinde, özellikle Ascoli Piceno’da, San Martino Günü’nde geleneksel olarak ızgara domuz eti, yeni şarap ve kestane yenir.

Abruzzo’da insanlar, ceviz, kuru incir ve balla yapılan, içinde gizli bir madeni para bulunan mısır bazlı bir tatlı olan pizza coi quattrini’nin tadını çıkarırlar. Salento’da 11 Kasım, şarap eşliğinde meşhur pittule (kurutulmuş domates, kapari ve hamsi ile kızarmış hamur parçaları) ile kutlanır. Taranto bölgesindeki Martina Franca’da ise festival, hayvan fuarı ve masada her daim hazır bulunan capocollo (domuz boynu) ile tamamlanan önemli bir bayramdır.

Sicilya’da San Martino, viscottu veya sammartini veya Sanmartinelli ile eş anlamlıdır; rezene tohumu veya anasonla tatlandırılmış, tatlı Moscato şarabına batırılarak yenen kuru bisküvilerdir. Aynı bisküviler ayrıca koyun sütünden yapılmış ricotta peyniri ile doldurulabilir ve beyaz şeker kreması, şekerli badem veya çikolatayla kaplanabilir. Başka bir adaya, Sardinya’ya gidersek, 11 Kasım’ın tatlısı papassinos’tur; kuru üzümlü, baklava dilimi şeklinde, üzeri beyaz kremayla kaplı, rustik ve çıtır bir bisküvidir.

Venedik’in San Martino Hamuru11 Kasım’da azizi anmak için en özgün tatlı, şüphesiz, at sırtında Aziz Martin figürüyle yapılan ve renkli şeker, çikolata ve çeşitli tatlılarla süslenen Venedik tatlısıdır. San Martino’nun tatlısı bir zamanlar cotognata veya ayva ile yapılırdı: Venedik’te cotognata, Aziz Martin’in renkli şekerle süslenmiş bir heykelinin bulunduğu “madalyonlar” yapmak için kullanılır.

Aziz Martin Yazı

Kutlamanın bir diğer ilginç yanı da, genellikle 11 Kasım civarına denk gelen ılıman hava günlerine denk gelen “Aziz Martin Yazı”dır. Geleneklere göre, bu bayram, azizin yoksullara peleriniyle verdiği sıcaklığın anısına bir armağandır. San Martino Bayramı, maneviyat, doğa ve şenlik arasında bir köprüdür; dayanışmanın ve insani karşılaşmaların önemini hatırlatan bir andır. 11 Kasım, dün olduğu gibi bugün de, bir kadeh taze şarap ve kestane kokusu arasında, sıcaklık, cömertlik ve geleneklerle dolu bir kutlama olmaya devam ediyor.

Tiber Vadisi’nin Saklı Mücevheri: Bassano in Teverina

İtalya’nın Lazio bölgesinde, Umbria sınırına yakın bir tepede zarifçe konumlanmış Bassanoin Teverina, prestijli Turuncu Bayrak ödülüne sahip, İtalya’nın En Güzel Köylerinden biri. Etrüskler döneminden bu yana kesintisiz bir yerleşim alanı olan bu şirin kasaba, ziyaretçilerine sadece tarih değil; dingin sokaklar, el işçiliğinin yaşadığı atölyeler ve eşsiz bir atmosfer sunuyor.

Tiber Vadisi’ne hakim bir tüf çıkıntısı üzerine kurulu ortaçağ köyü, adeta zamanın içinden süzülüp gelen taş yapıların, sürprizlerle dolu dar sokakların ve mazide saklı hikAyelerinbuluşma noktası. Köyün eteklerinde ise, antik çağlardan beri kutsal kabul edilen vadide gizemli bir su aynası uzanır: Vadimone (Vladimonio) Gölü. Plinius, bu gölü “yan yatmış, mükemmel bir şekilde düzgün bir çevreye sahip bir tekerlek… denizden daha soluk, daha yeşil ve daha yoğun renkte” sözleriyle betimler. Kükürtlü kaynaklarca beslenen göl, bataklık bitki örtüsü arasında oluşan “yüzen adalar”ıyla antik Latin yazarlarına esin kaynağı olmuştur.

Etrüskler göl kıyılarında ayin ve festivaller düzenlerken, Romalılar silahlarını sularına batırarak onları yenilmez kıldığına inanırlardı. Bassano’nun kaderini şekillendiren dönüm noktalarından biri de göle yakın bir ovada, MÖ 360 civarında Quintus Fabius Rullianus’unEtrüsklere karşı kazandığı ezici zafer oldu. Bu savaş, bölgedeki Etrüsk egemenliğinin sonunu hazırlayan tarihi bir dönüm noktasıydı.

Zamana Meydan Okuyan Kuleler ve Kiliseler

Köyü ziyaret ettiğinizde sizi ilk karşılayan manzara, 18. yüzyıldan kalma el boyaması majolika kadranıyla süslü saat kulesi olur. Bu kulenin özelliği, aslında bir çan kulesi olarak inşa edilmiş olmasıdır. İçindeki tirizli pencerelerden süzülen ışık, merdivenlerin duvarlarına yansıyarak bir ışık oyunu yaratır. Peperino taş sütunlarına işlenmiş antropomorfik figürler sayesinde yerel halk tarafından “Canlı Çan Kulesi” olarak adlandırılmıştır.

Hemen yanında yer alan 12. yüzyılın ilk yarısında inşa edilmiş Romanesk Santa Maria deiLumi Kilisesi, peperino taşından yapılmış bazilika düzeniyle dikkat çeker. Günümüze sadece bazı sütun başlıkları ulaşmış olsa da, kilise tarihsel ve mimari açıdan Bassano’nun ruhunu yansıtır.

Kasabanın merkezi, sanatçıların gözdesi haline gelen Cy Twombly Sarayı, eskiye hayat katan modern bir kültür yuvası. Bir zamanlar soyluların yaşadığı bu yapı, bugün sergi alanı ve sanat üretim merkezi olarak kullanılıyor. Kasaba dışına doğru ilerlediğinizde, koruyucu azizler Aziz Fidenzio ve Terenzio’ya adanmış kilise, sade fakat etkileyici freskleriyle sizi karşılar. Apsisindeki Meryem Ana ve Çocuk İsa betimlemesi, köyün ruhani geçmişine ışık tutar.

Fontana Vecchia

Orta Çağ’dan Günümüze Bassano in Teverina

Köyün adı, Romalı bir toprak sahibinin soyadı olan Bassus’tan türemiştir: Bassus > Bassanus> Bassano. Konumu, hem kolay savunulabilir olması hem de Via Amerina’ya yakınlığıyla Orta Çağ boyunca stratejik önem kazanmıştır. 1070 yılında Canossa Kontesi Matildatarafından Papa VII. Gregorius’a bağışlanan köy, uzun yıllar boyunca Kilise’nin koruması altında kalmıştır. Bu sayede güçlü komşu şehir devletlerinin saldırılarından uzak, sakin ve güvenli bir yaşam sürmüştür.

Kasaba, 25 Kasım 1943’te yaşanan büyük bir felaketle adeta tarihten silinme noktasına geldi. Alman mühimmat treninin patlamasıyla eski yerleşim neredeyse tamamen yıkıldı. Halk köyü terk etmek zorunda kaldı ve yeni Bassano, eski kasabanın üzerine inşa edildi. 1958 yılında ise yeniden belediye statüsüne kavuştu.

Kültür, Gelenek ve Yaşam

Bassano in Teverina sadece tarihiyle değil, yaşattığı geleneklerle de büyüleyici. Eylül ayının sonunda düzenlenen Aziz Fidenzio ve Terenzio’nun Koruyucular Festivali, sokakları müzik, renk ve lezzetle doldurur. Aralık ayının sonu ile Ocak başı arasında kurulan Canlı Doğum Sahnesi, Aziz Francis geleneğini yaşatan etkileyici bir dini ve kültürel gösteridir.

Kasabanın merkezindeki zanaatkâr atölyeleri, peperino taşı, seramik, dokuma ve geleneksel el işçiliğini yaşatır. Bölgenin gururu Vignanello DOC şarapları ise tadılmadan dönülmemesi gereken lezzet hazineleridir.

Semboller ve Bellek

2006 yılında Cumhurbaşkanı tarafından verilen Bassano armasında, doğal çelikten zırhlı bir şövalye, doru bir at üzerinde yeşil ovada ilerlerken kırmızı bir asa tutmaktadır. Asa üzerindeki gümüş haçlı bayrak, kasabanın tarih boyunca Kilise’ye bağlılığını simgeler. Gonfalon ise asil bir kırmızı bayrak olarak temsil edilir.

Bu semboller, Bassano’nun ortaçağdaki güçlü savunma kalesi kimliğini ve ruhani bağlılığını geleceğe taşıyan görsel birer hafıza niteliğindedir.

Bassano in Teverina, sadece bir köy değil; tarih, doğa, sanat, inanç ve insan emeğinin harmanlandığı yaşayan bir açık hava müzesidir. Sessiz taş sokaklarında dolaşırken sadece geçmişe değil, zamanın ruhuna dokunursunuz.

Via Amerina tombe etrusche

Biz İtalyanlar San Martino Gününde Neden Kaz Yeriz?

Kasım ayının on birinci günü, takvimin üzerinde duran basit bir tarih değildir; bir mevsimin kapanışını, diğerinin sessizce gelişini karşılayan eşiğidir. Sonbaharın kızıl ve altın tonları halen dallarda asılı dururken, havadaki keskin serinlik kışın artık kapıda olduğunu fısıldar. Şöminelerde ilk ateş yakılır, bağ bozumunun son şarkısı bardaklarda yankılanır, kestaneler közde cızırdamaya başlar. Ve sofraların tam ortasında, kadim bir geleneğin hafızasını taşıyan kızarmış kaz belirir.

San Martino, sadece bir aziz değildir; bereketin, cömertliğin, göçün, emeğin ve paylaşmanın mevsimsel rehberidir. Kuzey İtalya’da hâlâ kullanılan “Fare San Martino” (San Martino’yuyapmak) deyimi, toprağın yalnızca ekinleri değil, insanları da mevsime göre yerinden ettiği günleri anlatır. Bu yalnızca bir taşınma değil; insan ile mevsimin birlikte değişmesidir.

11 Kasım denildiğinde akla önce San Martino, ardından kaz, kestane ve şarap gelir. Aslında şarap ve kestane, tıpkı diğer kutlama ve şölenlerde olduğu gibi, bu günde de tüm yarımadayı ortak bir sofrada buluşturur. Kasım ayının ilk günleri, doğanın yaz mevsiminden vazgeçmek istemediği, fakat havadaki keskin serinliğin bize kışa yalnızca birkaç hafta kaldığını fısıldadığı zamanlardır. İşte San Martino, tarihsel olarak tarım yılının da sona erdiğini simgeler. Bu sebeple, tarlalardaki işlerini tamamlayan çiftçi aileler, eşyalarını arabalarına yükleyip yeni yaşam alanlarına doğru yola koyulurdu. Özellikle Kuzey İtalya’da halenkullanılan “Fare San Martino” (San Martino’yu yapmak) deyimi, tam da bu taşınma geleneğini ifade eder.

San Martino, yalnızca bir göç ya da mevsim geçişi değil, şarabın dönüşümüne dair en keyifli ritüellerden birini de beraberinde getirir. Atasözünün dediği gibi, “San Martino’da her şıra şaraba dönüşür.” Eylül-ekim aylarında hasat edilip fıçıya alınan şarap, işte bu tarihte ilk kez açılır ve arkadaşlarla yapılan kutlamalarda kadehler havaya kalkar. Bu, hem emek hem de bereketin birlikte tadıldığı zamandır.

Kasım ayında sofralarımıza taşınan kestanenin hikayesi, yaz sıcağının en dingin günlerinde başlar. Haziran ayında çiçeklenir, Eylül rüzgarlarıyla kabuk bağlar, Ekim’in ilk serinliğinde dikenli kozalak çatlar ve parlak kestaneler toprağa düşer. Kestane, ateşle buluşarak mevsimin sesine dönüşür: önce çıtırdar, sonra kokusuyla sokağı kışa hazırlar. Bu yüzden kestane yalnızca yenmez; mevsim gibi hissedilir.

Peki ama kazın San Martino ile nasıl bir ilişkisi var?

Bu sorunun yanıtı, Venedik bölgesinde nesilden nesile aktarılan şu özdeyişle başlar:

“Chi no magna l’oca a San Martin nol fa el beco de un quatrin!”

(Yani, San Martino’da kaz yemeyen bir kuruş bile kazanamaz!)

Efsaneye göre, Romalı bir subayın oğlu olan genç Martin, soğuk bir Şubat gecesi yünlü peleriniyle yürürken donmak üzere olan yoksul bir adam görür. Merhameti ağır basar, pelerinini çıkarır ve kılıcıyla ikiye bölerek yarısını adamın üzerine örter. O gece rüyasında Hz. İsa belirir; üzerinde Martin’in yarısı eksik pelerininin aynısı vardır. Bu rüya, onun hayatını değiştiren ilahi bir işaret olur.

Martin bir süre sonra askerliği bırakır, yoksullara hizmet etmeye başlar. Hakkında gösterilen sevgi ve saygı onu piskoposluğa götürür. Fakat insanlar onu piskopos ilan etmek isteyince, alçakgönüllü Martin bu göreve layık olmadığını düşünerek yakınlardaki bir manastırın kümesine saklanır. Ancak kümedeki kazlar, yüksek sesle vaklayarak saklandığı yeri ele verir. Martin piskopos olur, fakat o günden sonra kazlar için kader değişir: San Martino gününde sofranın baş tacı olarak, kızarmış kaz servis edilir.

Bu gelenek yalnızca Kuzey İtalya’nın Po Ovası ile sınırlı değildir; İsveç’ten Danimarka’ya, Avrupa’nın birçok bölgesinde San Martino Gününde kaz yemek köklü bir alışkanlık haline gelmiştir. İtalya’da Friuli, Veneto, Lombardiya ve Romagna bölgelerinde hâlâ özenle yaşatılır. Hatta Po Vadisi’nde lahana ve domuz etiyle hazırlanan meşhur cassoeula adlı yemekte bu tarihte kaz eti kullanılmakta; bu versiyona bottaggio denmektedir.

Özellikle Lombardiya’da kaz, adeta San Martino’nun simgesidir. Ragò d’oca olarak da bilinen kaz yahnisinde, lahana ile kaz eti öyle uyumlu bir birliktelik kurar ki, lahananın tazeliği ve kokusu kazın yoğun ve hafif tatlımsı lezzetini dengeler. Bu sadece bir yemek değil, bir mevsim geçişinin kokusu, tarihin tadı, bereketin sesi gibidir.

Ne deniyordu?

San Martino’da kaz yemeyen bir kuruş bile kazanamaz!

İtalyan Mutfağı: San Martino Kazı

Dünya damak zevkinin ilk sıralarında her zaman İtalyan mutfağı yer alır. Pizzalar, makarnalar, deniz ürünlerini cömertçe sunan tabakları, Akdeniz’i yaşatan rengarenk salatalar… Ve, “Piano Piano – Yavaş Yavaş- felsefesiyle damak tadını her seferinde daha da ileriye taşıyan maharetli İtalyan elleri…

Bu sayımızda San Martino Festivali’ne yer verdiğimize göre, neşeli İtalyan masalarına oturanlar, anlarını anılara dönüştürenler için günün yemeğini sizlere anlatmak şart oldu.

Kutsal olarak kabul edilen Aziz Martin Günü, panayırlar, ateşler ve ziyafetlerle kutlanır ve Avrupa’nın büyük bir bölümünde bir tür yılbaşı gecesi haline dönüşür. Ve elbette bu günde Aziz Martin’i ihbar eden Kaz da afiyetle yenir…

Aziz Martin hakkında birçok popüler söz vardır: “Kaz, kestane ve şarap, her şeyi Aziz Martin’e saklayın,”  “Aziz Martin Günü’nde her şey şaraba dönüşür,” “Aziz Martin Günü’nde kaz yemeyen tek kuruş kazanamaz.”

Aziz Martin Günü veya Martinmas, eski çağlardan beri kızarmış kazla kutlanır. Neden mi? Çünkü bu bu Kaz, Aziz Martin’i ihbar etmiştir. Nasıl mı? Aziz Martin o kadar sevilen bir kişidir ki ona sormadan piskopos olarak atamışlardır. Ama piskopos olarak da atanmayı istemeyen alçak gönüllü ve mütevazi Aziz Martin gitmiş bir kümese saklanmış. Girdiği kümeste kazlar her zamankinden fazla viyaklıyor, kahkahalar atıyorlarmış. Ve böylece, halkı Aziz Martin’in saklandığı yere çekmişler. Ve sonunda Aziz Martin çevre halkına yakalanmış. Bu efsanenin baş oyuncuları arasında yer alan Kazlar da, Aziz Martin gününde sofralara konuk olmaya başlamış. Ceza olarak mı ödül olarak mı onu bilmiyoruz… O zamandan beri, bu özel günde kaz yeme geleneği yayılmış.

Bu nedenle, Kelt geleneğinin en köklü olduğu birçok ülkede (İsveç, Danimarka, Bohemya, İsviçre ve Almanya) bu günlerde kaz yemek adettendir.  İtalya’da özellikle Friuli, Veneto, Lombardiya ve Romagna’da Aziz Martin Günü’nde kaz yenmesi önemli ve vazgeçilmez bir gelenektir…

Madem bu kadar önemli bir günde masaların baş köşesine konulan bir yemekten bahsediyoruz. O halde günün önemini taşıyan bir tarifi- sizlerle paylaşıyoruz. Afiyet olsun…

 

Aziz Martin Kazı

1 adet 5 kg kaz

Kaz için

30 gr ambrosia, 2 soğan, 2 elma, tuz ve karabiber

Fırında elma için

90 gr kaz yağı, 100 gr soğan, 1 kg kırmızı lahana, 50 gr yaban mersini, 2 elma, 4 karanfil, 2 defne yaprağı, 3 ardıç meyvesi, 1 litre kırmızı şarap sirkesi, Tuz, şeker, ½ litre, kırmızı şarap

Kestane

200 gr şeker, 1 bardak beyaz şarap,  dörtte bir bardak kaz suyu, 7 dilim kereviz, 40 kestane, 3 çubuk

Tarçın, ekmek gnocchi, 400 gr beyaz ekmek, 100 gr tereyağı, 0,7 lt süt, 4 yumurta, 60 gr soğan

4 yemek kaşığı doğranmış maydanoz, tuz, muskat

İç harcı için

60 gr kaz ciğeri ve yüreği, 60 gr küp doğranmış ekmek, 80 gr kekik ve mercanköşk, 60 gr küp doğranmış patates, 2 adet küp doğranmış soğan,1 yumurta, 1 adet rendelenmiş portakal kabuğu rendesi, 1 adet rendelenmiş limon kabuğu rendesi

Sos için

yemek artıkları 150 gr,  kereviz, havuç ve soğan, 1 bardak, beyaz şarap, tavuk suyu

Kazın en yağlı kısmını ayırın ve bir bardak su ile kısık ateşte bir tencereye koyun. Boyun ve kanatlarını çıkarın (sos için kullanılacaklar). Soğan ve elmaları doğrayın ve ambrosia, portakal kabuğu rendesi, tuz ve karabiberle tatlandırın. Kazın içini tuzlayın ve taze hazırlanmış elma ve soğanla doldurun. Dışını tuz ve karabiberle tatlandırın ve az miktarda su ile bir fırın kabına koyun ve önceden 180°C’ye ısıtılmış fırına verin. Kaz kızarmaya başlar başlamaz, sıcaklığı 160°C’ye düşürün ve fırında 90 dakika pişirmeye devam edin. Kazı her 15 dakikada bir yemeklik yağ ile yağlayın. Fırında Elmalar Elmaları ikiye bölün, çekirdeklerini çıkarın ve içlerini oyun.

Fırında Elmalar: Elmaları ikiye bölün, çekirdeklerini çıkarın ve hafifçe oyup içini boşaltın. Kuru üzümleri badem ezmesiyle karıştırın ve oyulmuş elmaların içlerini doldurun. Elmaları bir fırın tepsisine yerleştirin ve 160°C (320°F) fırında yumuşayana kadar pişirin.

Lahana: Lahana ve soğanı büyük bir tencerede biraz kaz yağıyla kavurun. Yaklaşık yirmi dakika sonra sirke ve kırmızı şarabı ekleyin. Kapağını kapatın ve yirmi dakika daha kısık ateşte pişirin. Ardından aromatik poşeti ve elma dilimlerini ekleyin ve pişirmeye devam edin. Pişirmenin bitiminden hemen önce kızılcık jölesini ekleyin. Servis etmeden hemen önce ısıtın.

Marroni: Kestanelerin kabuklarını çizin ve önceden ısıtılmış 180°C fırında yaklaşık 15 dakika pişirin, ardından kabuklarını soyun. Bir tavada şekeri karamelize edin. Beyaz şarabı ve kaz suyunu ekleyerek karameli eritin, ardından kestaneleri içine dökün. Üzerine ince kereviz dilimlerini yerleştirin, tarçın çubuklarını ekleyin ve kestaneler yumuşak ama sert olana kadar kısık ateşte pişirmeye devam edin.

Ekmek Gnocchi: Ruloları küçük parçalara kesin ve küçük bir tavada az miktarda tereyağı ile kızartın. Ekmek parçalarını bir kaseye koyun ve ılık sütle kaplayın. Yumurtaları çırpın ve kalan malzemelerle (sotelenmiş soğan ve kıyılmış maydanoz) birlikte ekmek kırıntılarına ekleyin. Tuz ve karabiberle tatlandırın, muskat ekleyin ve yaklaşık 45 dakika dinlendirin. Hamur yumuşak ama sıkı olmalıdır. Hamurdan yaklaşık 5 cm çapında küçük toplar yapın.

Pişirmek için: Büyük bir tencereyi suyla doldurun. Tuzla tatlandırın. Kaynatın ve ateşi kısın; gnocchi’ler orta ateşte pişmelidir. Yüzeye çıkar çıkmaz servise hazırdırlar. Bu gnocchi’ler önceden pişirilerek hazırlanabilir. Servise hazır olduklarında, tekrar ısıtmak için 1-2 dakika kaynar suya batırılabilirler.

İç harcı için: Kaz ciğerini ve yüreğini küçük parçalara kesin. Soğanla birlikte biraz kaz yağında soteleyin. Ardından patatesleri, otları ve ekmeği ekleyin. Yaklaşık on dakika demlenmeye bırakın. Soğuduktan sonra iki yumurtayı, rendelenmiş portakal ve limon kabuğunu ekleyip iyice karıştırın. Yaklaşık yirmi dakika dinlendirin. Alüminyum folyo alın. Kaz yağıyla yağlayın ve hamuru dikdörtgen bir şekil oluşturacak şekilde üzerine yerleştirin. “Sosis”i folyoyu kendi etrafına sararak kapatın ve kazın piştiği fırın tepsisine yerleştirin ve 20 dakika pişirin. Kaz piştikten sonra porsiyonlara bölün, fırın tepsisine yerleştirin, üzerine pişirme yağı gezdirin ve alüminyum folyo ile örtün. Servis etmeden on dakika önce, tekrar ısıtmak için 200°C’ye ısıtılmış fırına koyun.

Kalan karkas parçaları, boyun ve kanatlar, sebzeler, domates sosu ve kümes hayvanı suyuyla hazırlanan sosa eklenecektir (2 saat pişirilmesi gerekecektir). Gerekirse kıvamını koyulaştırmak için bir kaşık patates nişastası kullanabilirsiniz. Servis etmeden önce süzgeçten geçirin. Servis: Tabakları ısıtın. Tüm malzemelerin (kestane, elma, lahana, kaz, iç harcı, sos) sıcak olduğundan emin olun ve her tabağa şunları koyun: 1 parça kaz; 2-3 dilim iç harcı; ortasına lahana; elma; kestane; bolca süzülmüş sos gezdirin.

Damak tadınıza göre hindi veya tavukla çeşitlendirebilir, şok soğutucuya koyup talimatlara göre saklayabilir veya buzdolabında saklayıp nefis sandviçlerle tüketebilirsiniz.